VASİYET

Hayalim Allah rızası, O’na yakın olabilmek
Yolunda medreseler, camiler, hastaneler
Çeşmeler, vakıflar, köprüler, ordugahlar
Kuyular, kaleler, hisarlar inşa edebilmek
Ey nasibinde imar olan din kardeşlerim
Gerçekleştirin inşa hayallerimizi mertçe
Ve cömertçe hediye edin sevabını bize de
Hem size yağsın hem bize hayrı inşâallah
İnsan paylaşmayı sevdikçe öyle hafifliyor
Öyle özgürleşiyor ki hasetsiz oldukça hey
Ancak yaşayanlar bilir yaşayın görün…
Hep beraber erelim rızasına Rabbimizin
O’nun gücü sonsuzdur, derinden iman et!
Bencil boş korkulara, hırsa yenilme asla
Kendin için istediğini kardeşin için de iste
O zaman gör nasıl da bereketlenir kalbin
Aklın coşar da taşar feyizler denizinde

ÜÇ ŞİİR

HANZEHREMAH

Bir düşünsene yüceler yücesi Allah
Bizi kulları etmekle şereflendirmiş
Yoktan var etmekle onurlandırmış
Sayısız nimetiyle ayaktayız ey can
Sonsuz kusursuz Rabbimizi tanımaktan
Daha muhteşem ne olabilir ey Masiva!
Sayısız ihsanların üstünde yüzüyoruz
İçimizde evrenler, dışımızda evrenler!
Teşekkür et şükredebildiğin için bile!
Bir düşünsene eşref-i mahlukatı insan
Alçaklar alçağına düşen yine nice insan
Yaşamak savaşmaktır gardını düşürme
Kötüler gecesinde bir hilaldir iyiler
Bir düşünsene yürek çıldıracak gibi ey
Öyle bir Rabbin kuluyum ki daha ne isterim!
Rızasına ermektir en muhteşem başarı!
En görkemli hürriyet O’na köle olmaktır.
Cümlemiz aciz kalır O’nu anlatmaklara…
Alemler kalem olsa yetmez hiçbir mürekkeb!
O yine kendisini anlattığı gibidir!
O’nu yine yalnızca kendisi bilebilir.

1444

SEMAHİYAH

Alçakları alçaklığıyla başbaşa bırak
Sen yüceye bak, gördükçe yüksel ey cevher
Güzelliği yaratandan daha güzeli yoktur!
İhtişamı yaratandan daha muhteşemi yok!
Teslim ol ve boyun eğ: sonsuz mutluluğa er…
O kusursuz huzura kavuş muhabbetiyle
Mukaddes rızasıyla ulaş tamamlanışa
Dinsin yarım kalmanın hazin çağlayanları
Dünyaların dolduramayacağı boşluğun
Sonuna kadar dolsun ilahi hoşnutlukla
Anne, kardeş, evlat, yar! Sevdiğini O verdi!
Katrilyonlarca ihsan içinde yüzer ömrün
Farkına var göklerin, kurtul sığ zindanlardan!
Nefsine hapsolmanın köleliğinden kurtul!
Özgürlüğü yaratana kullukla özgürleş!
Nereye dönersen dön karşındadır kudreti…
Varlıklarla yokluklar emrine amadedir
Tümü yoktan var eden elbette tüme hakim
Kımıldamaz atomlar dahi izni olmadan
Cümlemiz tarife utanır acizlikten
Harflerimiz yetersiz kalır anlatışlara

1444

HÜMAHİYEH

Sonsuz kusursuz saltanatı önünde
Gücüne boyun eğen bütün herşeyle
Beraber, O’na teslim olduğunu hisset!
Bütün secdelerinde, cümle rükularında!
Yüceliği yaratan mutlak büyük Rabbine…
Eğildikçe yükselir yaratılan!
Şerefle dizini var edene diz çökmekten
Daha şerefli işin zinhar olamaz ey can!
Kimseler geçemez diklenerek bu kapıdan!
Edeb ile gelmeyen rahmet ile gidemez
Haddini bilen adil yüreklere ne mutlu!
Ne mutlu ihtirasa esir düşmeyenlere!
Kıskançlık zindanına hapsolana ne acı!
Ne acı doruk varken çukura düşenlere!
Derinlere indikçe tırmanabilir insan…
Canı kaslı olmayan varamaz bu zirveye!
Kanatlan, Allah’ın aşkıyla kanatlan da gör
Kanat bile şaşırır bunca uçabilmeye
Kadim sevda öyle bir uçurur ki inceyi
Sevda dahi bilemez uçanların yerini

1444

AHENAH

Aşktır aşk vefalı yoldaşımız canlar
Özenerek asıp keser nefesimizi
Arama kıyısızdır şu ruhlar denizi
Bu gönül ateşinde dal odun yoktur
Issız çölde kupkuru dudaklar bereketi

Küçüklüğün bilen büyür bu dergahta
Bu mecliste boyun eğdikçe uzar can
Bu toprağa yakın oldukça göktesin
Derinlere indikçe dağ olur insan
Gönüllere girdikçe ulaşabilirsin

Candır can esaslı yareniniz aşklar
Sunulur cevherler ziyafet çekiniz
Yürek kadehlerinde kendinizden geçiniz
Ne güzel bahçedir şu alevler bilmezler
İbrahim olmayana aşılmaz zincirler
Magmaya atılsa hür esrarın erenleri

Uçamaz düşmeyi göze alamayanlar
Yüzmeyi bilmeyenler boşlukta tutunamaz
Adıyla alemleri oku da öğren yolcu
Hazineler haznedar olabilenlerindir

Üstad Sezai Karakoç’a Şiir…

Onursuz, omurgasız müteşairlerden uzakta…
Çölde bir gül bahçesine ömrünce bahçevan,
Ve gönlünce tarumar oldun,
Yandıkça aydınlattın geceyle sararmış yüzleri.
Kendine daima bir çilehane,
Cemiyete hep bir umut aşısıydı asil kalemin…
Evliya yüreğinden dökülen,
Dervişane mumlara hasret şimdi cümle fidan,
Kevserde buluşuncaya dek,
Buluşmalar maveraya özlemle miras kalmıştı.
Hû desin canlar sonsuzun zerreleri adedince,
Ne dem baki ne gam baki ey!
Aşkın haykırışıyla Hû, Hû, Hû…

16.11.2022
Bilal Yavuz

ÖLÜMOLOJİ

Canlı canlı yutulan bir ceylanın
Dünyaya o son bakışı
Karnını deşiyor çakallar ve sen
Manzarayı seyre dalmışsın
Yuvanın sıcak kokusu burnunda
Annenin ve babanın sıcacık

Mazinin özlenen anılarında
Fışkıran kanın gibi bir akıştasın
Acı doruğa ulaştığında
Duyulmaz olur çığlığın
Bakışların haykırmaya başlar
Ağlar bütün yalnızlıkların

Sorulardan örülme buzul çağı
Çekilir ruhunun damarlarından
Acısı uzun bir kısacık zamanda
Sonunda kendinizle
Tamamen baş başa
Çocukluğu özleyip durmaktasın

07.11.2022
Bilal Yavuz

Bilal Yavuz Şiirleri

GİRÂN

Acıyı sırtlanmak gözlerinde
Küfeci sabiler gibi ıssız ayaz
Katran kösnüler çarşısında
Yüreğini kusan ciğersizler öldü
Bir idam gibi gece ağır sessizlik

Uzak bir ümit gibi doğdun
Mayınlar döşenmiş olasılıklara
Emperyal amerikan tenteneli
Obez korseleri kafatasında
Canavar patronlar da ölecek
Kepaze yardakçılar da

Kör kılınçlar gibi çaresizsen
Kimsesizsen aç, susuz bir rüya gibi
Kaldıysan devrimsiz, tütünsüz, üryan
Hınçla sürdüysen çorak tarlasını umudun
Saray vantriloklarını vurmak hakkındır

Çeteci yoldaşlar uğurlardın
Asit kuyularında erimemiş künyesi
Gerilla hüznü kaplar kalbindeki Küba’yı
Puroların bile bir anlamı vardır şimdi
Bir mesajı vardır o yosma burjuvaya

Şu dağlarda deşildi ceninler
Neneler, bacılar kurşuna dizildiler
Şu pervazda tecavüz edildi
Mazlumların, gariplerin cesedine
Dönüştü rütbeliler, iblislere

Nahiyeler tutulmuş dört koldan
Eşkaller adressiz, eşkıya tetikte
Bakışlar namlu, bronşlar cinnet
Minik elleri üşür aşiret kızlarının
Bir idam gibi gece ağır sessizlik

JİYÂNÂ

Bereket İşhanında ihtiyar çocukluk
Kadim anılar tutar elinden götürür
Kavganın gözlerinden öperek

Saçaklarda gök nehirleri, sur rengi
Kongre zabıtları, manifesto bildirileri
Kuşatma, şahına kadar pulat

Ve çiğdemin toprağı paramparça edişi
Hırçın telaş, örselenmiş üstelik

Yine hangi sevdaya kuyulandın
Yine gömleğinin düğmesi kabir kıyamet
Fişlenmiş, atom gülleri

Dinamit gamzesi yollar ökse çubuğu
Erinmemiş serüven
Henüz çiğnenmemiş tarih

Kollar ardında bağlı
Yiğitler kanar her yandan, yorgun süvari
Hoyrat yelelerde bir hışım heves
Asuri ve Keldani

Yine hangi sevdaya kuyulandın
Gömleğinin düğmesi kabir kıyamet
Kevoklar kanatlanır buklelerinden

Gün gelir, biter kara kahır
Romantik burjuva solcuları
Din tüccarı sağcılar ölür
Kuşatma, şahına kadar pulat

Boş kovanlarda heba gençlik
Yeniden bulacak saadeti
Kavganın gözlerinden öperek

ZUHUR

Şevlerde, zistan kasvetleri davudî
Maşrık ve mağrib
Çözülmüş sonsuz gözlerinde aşkın
Sürgünler yaşamınla sevişirken
Sokulmuş koynuna acı gülüşler
Vurulmuş düşlerin
Mojende ok bahçesi
Hançerende hançerler
Rûberû sevdamız

Asit çukurlarında yiten fidanlara
Yakılan köylerin hatırasına hasret
Bir matem gibi saran yorgun geceyi
Bu ağırbaşlı surlar
Kardeş çocuklardır
Yan yana, omuz omuza
Süngülemez yâreni
Dağlarımız delila
Künyelerimiz dilan

Uzun Mehmed’in yüreği kaplar Dicle’yi
Yılmaz’ın zulme sıkılmış yumruğu
Yeşerir kollarında emekçi zarokların
Umudun Hevsel’i filizlenir
Deniz kirlenmez lağım sularıyla
İşkenceyle, kahpelikle boğuşan
Elmaslar kirlenmez
Düşmekle çamura

Elbet çiçeklenir Mezopotamya bir gün
Adaletle, cesaretle, sevdayla
Dilsizler, dile gelir
Susulanlar kusulur
İşte intikam mevsimi
Puşt yüreklerden
Öc almak gerektir

ROHAT

Siyasi çengiler bırakmaz yakanı
Sırtın maziye sıla, tüter cıgaran
Raconların gül ırzına geçilmiş
Mahallesiz caddelere dönülmüş
Adı büyük aşk olmuş orospuluğun
Kahpeye şeref olmuş
Hayın namussuzluk

Şimdi çeyiz sandıkları kan pınarı
Ve irin nehridir oyalı yazmalar
İhanetin mavzerine isyan türküsü
Zırhına erlik çekiçidir saplanan
Cengâverler, destanlar günüdür
Seğmenler tayfundur taylarında
Hey Karacadağlım
İşte senin vaktindir

Şimdi, şimdi ey Rohat
Es esebildiğin kadar yüceltilere
As asabildiğin kadar karanlıkları
Vur vurabildiğin kadar alçakları
Baharda, filizde, yazda, düştesin
Teke tek dövüşte yenilmeyensin
Kır kırabildiğin kadar
Boğ boğabildiğincesi
Zulüm ellerinde sönmek içindir
Küfür, çerağında ölmek içindir

Bırak depreşsin asi depremin
Bırak sarsılsın dehşetle köpek yürek
Gökçe canlar yoldaşındır
Fedaî güller haldaşındır
Kündeye getirmek senin işindir
Hey şahid olsun ulu dağlar dumanı
Arslanlar sırtlanlara
Onurlu kıyamlar sarmaktadır

HOZAN

Kınalı külhanbeyleri
Yanık efeler bağrı bu dağlar
Zalime amansız
Mazluma anne kucağı
Bu dağlar bre
Sarmaz iti, çakalı
Dar gelir sığ heveslilere

Karanlık hücrelerinde
Kırgın arzın
Şerefli bedenlerin çürür
Sen ruhumuzsun
Eğilmez hürriyet
Sen koynumuzun
Sıcak yüreği

Firari, fişlenmiş
Buruk savaşçıların
Zulmün zindanlarında
Şimdi kan ağlıyor

Külhanî sazlarımız
Sevdana kuyulanmış
Yorgun şarjörlerimiz
Mermine hasret
Gel artık ey asil istiklal
Gel ve doğrult
Bizi aşkla yeniden

Coplanmış yiğitlerin
Hasretini çığırır bre
Yankılanır paslı parmaklıklarda
Tetikler ümitsizdir
Gel artık gün senindir
Filize su verir gibi
Aşka umut aşıla

LİLİYAR

Işığı yeşerttik
Geceyi çatlata çatlata
Şahid Yıldız Dağları
Şahid Amed Kalesi
Bomba atar mermiler öldü
Riyakâr gaz fişekleri
Protez yargı süreci
Kırıtan boşbakanlar hep öldü
Doğduk kırgın dağlara
Kuşatarak karanlığı
Köylerimiz şen şimdi

Cıvıldıyor gözleri
Pırıldıyor argın yüreği
Çağıldıyor nazenin
Koşuyor sessizliği
Uçuyor çocuksu
Uçuyor yararcası feleğini
Ceylansı zalım dilber
Deşiyor çatal cevheri
Nurlarla karaları
Yüceyle alçakları
Doğruyor fütursuz
Doğruluyor canımız

Devasa halaylarda
Karanfiller iklimi serin
Duldasız Liliyar
Hey hey ah eyler beni
Kalleşnikoflar önü ayaz
Mazi silinmez kırağıda
Nekrofili paşalar davul zurna
Yakar güzellikleri
Kavrulur bozkır
Kurur çeşmeler
Susar bahçemiz

DİLEDA

Cigom benim
Mahzun ciğerim
İki gözümün gülü
İki gönlümün
Közümün, özümün
Ve sözümün
Dağlarında bahar
Hücrende perperoklar
Hürriyet kadar

Turnam öksüz
Turnam gariban
Tutsak kanatlarından
Arda kalan
Senin yorgun yüreğin
Yüreğindir
Maral maral göveren
Ağlatan hançerleri

Havar, havar yiğitler
Cigom yitmiş ellere
Cigom solmuş, sararmış
Toprağın kor bağrında
Susmuş mu
Susamış mı
Cigolar ağlamasın
Dağlanmasın dayeler
Gülünce gülüşelim
Güllerle güle güle

Gönlü kırıklarına
Bir deva ver ey Hüda
Yeşerelim sevdanla
Yeşerelim kahırsız
Yeşerip yeşerttikçe
Kök salalım

RONAHİ

Eflâtun karanfiller verir Aras
Hıncahınç yaşamak
Gürbüz kızanlarına
Körpe tomurcuklar salınır ekinde
Cehennem göğüslerde asi boran
Ciğerde iştiyak, çıldırasıya
Çatlıyor kısrağın
Kanıyor heyben
Kanıyor dudakları dikenli demirin
Sevdaya set çekmiş saygın çıyanlar
Kurulmuş vadilerine haramî
Görmemiş tarih böyle hayınlık
Böyle maval aynazı
Çekirge utanır istilasından

Tendürek dağına sor yüceltileri
Kato’ya, Cudi’ye, Karacadağ’a
Harnupların irkinç hışırtısı
Götürür hülyanı gidebildiği cana
Çığlığın, akçakavaklar
Çığlığın seyelan, külhani
Bin yıllık asırlardan mahzun miras
Fütursuz, ajitatör, Terme ormanı
Umular figanında yeşerir
Ronahi, yuvasıdır leylimin
Barışın bağını, bahçesini büyütür

82 burç, 82 destan
Dayanmış içerden onca yıkıma
Şarkın bülbülü şavkır Dicle’yi
Şavkın, en karanlık yerimi okşar
Türküsü başlar söylenemezlerin
Kuyumuz yurt olanda
Gözlerinin, gözlerinin nağmesi gelir
Uzaktan, en uzaktan
Ben sana Diyarbekir
Sen bana masum Dersim

BOTAN

Namusun namlusunda göverdiler
Eşit paylaşmanın lezzetine vurgun
Onurlu partizanlar
Bir ceylansı düşe beraber inandılar
Kahpeliğe secde eden engereklerden
Zamazingo puştlardan
Kaşkaval kümelerin
Pazarından, mezarından ırakta
Kalemle, sahneyle, sazla, aşkla, silahla
Dik durmanın kitabını yazdılar
Bilekleri Yılmaz
Yürekleri Kaya
Vicdanları Arif
İdrakleri Sezai
Bir ceylansı düşe beraber aldandılar
Canlarında azmin ve sabrın fişengi
Kana kana içtiler sevgiliyi
Sevdayla, düşle, umutla
Yeşerdikçe yeşerttiler erliği
Susmadılar susarcasına
Tetikte şarjörün mahiri
Alanlarda kavgasının çakırpençesi
Mermisi mavzerinde
Çıldırasıya tenha
Yiğitler dökülür dağların sırtlarına
İşte Ömer, diğeri Che
Biri Ali, Castro öteki
Kapital imansızın çöktüler gırtlağına
Civanmert, cengaver
Sıkılmış yumruklarla
Özgürlüğün marşlarını dinlettiler
Tanklara, füzelere kurşunlarıyla
Cesaretin cesaretiydiler
İhtilalcilerin bir mezarı bile yok tarihte
Onlarsa tarihin haysiyeti
Haysiyetin tarihi oldular

ROZA

Yoldular, soydular, kırıştılar
İnsanı insanla yıktılar
Aşna fişne iskandiller ağında
Bıçkınları puluçlarla oydular

Adındır, dudağımda asırlık
Esrarına amade yalım
Adındır, terk etmez, sıddık
Vurur yumruğunu
Sadrıma sadrıma
Hücremin başkenti suskunluğun

Gözlerin, yalın kılınç
Gözlerin ıssız, kallavi
Bir benim şimdi
Firari sensizliğin belasında
Bir benim tütsülü
Voltalı ahrazlığa

Şimdi yürek yorgun
Virane, ıssız
Ansızın yaşlanmış bir gecede
Yaşlanmış canına kadar
Orostopolluk
Sırtlanca, sefil
Yığınların tenhasında savrulmuş
Yırtılmış bir hecede
Kursağıma avazın gelmiş

Sevmişem, şahidim dağlar
Sevmişem Allah’ına kadar
Ölünceye dek değil
Ölümden sonra da
Yeşerinceye değin
Tutuşan ellerimiz
Seni yangın bağrımın
Avlusuna gömmüşem

BEJNA

Gözlerin savruk bozkırlar
Gözlerin hoyrat
Ceylansı, afacan
Sevimli taraçalar koylarda
Kalyonlar kanyonlarda
Herkesten sakladığım
Künyeni sayıklar
Gözlerin, gözlerin jiyan

Perçemin pençeler canı
Perçemin perva
Vahim, amansız
Çitlembikler taç olmuş saçlarına
Cimcime sekseklerin
Otağıma volkandır

Fezan; behişt, benefşe
Fezan saflık, insaniyet
Sen bana gürül gürül memleket
Ben sana hep gurbet kalmışım

Biz bizde Diyarbekir
Biz bizken masumiyet
Biz bizsizsek esaret
Bir gün sen de anlarsın
O gün sen de ağlarsın

Rengin nasıl da ateş Bejna
Teninde nehirler ve başaklar
Gülüşün nasıl da mermi
Nasıl da hançer bakışın

Vefakâr boranlara
Harfsiz vasiyetimdir
Kurutunca yokluğun
Beni simana gömsünler

SEVDE

Çifte dikiş gider sabanlar
Fersiz toprağın koynu
Fersiz, yetim, analar
Kuş uçan, kervan geçen
Bostanlar ölgün şimdi
Ölgün Dicle denizi

Ve çakırkeyif buğdaylar
Kahyalar körkandil çeper
Mösyölerde bir kültür
Nankör çıyanlık
Kepenekler mahzun
Bağlamalar öksüz
Kalleşlik mazinin töresine
Şimdi âdet diye bellenen
Hicapsız ikirciklik

Heybesiz bulvarlarda
Cartalı haybeciler salınır
Dümenci dubaralar
Ertekeden nümayiş
İmam kayığındayız sürgit
Façalar çiğnedik muttasıl
Erce, âdil, hilesiz
Bundandır kavlimizden kaçışı
Geçmişi tam kınalı
Piyazcı sendikalar
Kaparoz puştlarının

Çifte dikiş gider sabanlar
Cana bir çınar gerek
Yüreğin, yüreğin gibi serin
Derin kuyular içim
Mars olmuş, dumanaltı
Kaybolmuşam, gel artık
Karışsın közlerimiz
Karışsın yeşil…

HİVDA

Kül yutmaz kevaşeler hanında
Hancıyı vurmuş gibi yürek
Şimdi unutulmuş bir marştadır
Mavzerlerde mermiler hazan
Bir umuttur alnımızın çatında

Sevdalanmış sedanda salıncaklar
Ay ışığı kokar derin kuyuların
Gül Hivda… Gülşen Hivda…
Sen bende hür, ben sende parya
Ve keşmekeş; yaralar yaralarda

Babaçkolar rıhtımında bir mavi rüzgar
Aparıyor gönlünü çılgın enginlere
Bozuk çalsa da bozum havamız leyley
Çarkına tükürmüşüz bir kere
Kayarto kopillerin, dalkavuk hırboların
Ne çiçektir biliriz
Kokoz kokorozlar da

Vardakostalar zamazingo
Voliyi vurmuş godoş hırtapozlar kanişi
Hey gidi erlik hey şimdi şinanay
Zartayı çekmiş yiğitler
Mıshıtçı gebeşlerin melun insicamında
Sigortası atmış janti yürekler
Bilenmiş zırzoplara
Puskun, kıvam bekler

Ranzam, zulam, soluk resmin
Saplanır soluğuma
Can Hivda… Canan Hivda…
İşte böyle yazıyorum canına
Hatıran mermidir damarımda
Dışarda çılgın bir bahar
İçerde hep kış mevsimi

LEYLAN

Ilgım ılgım açar yediverenler
Ambarlarda yeşerir hamal fidan
Görsen her biri bir filinta
Pahabiçilemezdir burada alınteri
Helal ekmeğin verdiği memnuniyet
Emeğin kitabı, işhanlarında yazılır
Komşuluk destandır antik katlarda
Seni namusluca sevmeyi
İlkin buralarda öğrendim
Şırfıntılar sokağında tütün emekçisi
Avuçlar bilirim, ihtiyar, nasırlı
Memleketim gibi ak alınları vardır

Sen hep o küçeden gelirdin canıma
Eserdi terütaze hivbanu nefesin
Arzuhalcim, kadife karanfilim
Daya endamını santimantal bağrıma
Daya da dinle, çaylardan su içer gibi
Can feryad, can figan, can yangın yeri
Bayramlar, matemlere sapmış
Namlu yürek, aşka, sevdaya kıvrılmış
Nasıl, nasıl sevmişem bir sevebilsen
Anlarsın zehir zıkkım geceleri
Anlarsın, netameli oyundur, heba
Vurulur denizin, ırmaklarınca

Kaç dağdır aşılmaz olumuş içim
İçin için tüter kuyumda bir yara
Birden hüzünlenir bütün avlular
Cümle vadilerde zılgıtın kopar
Derin mutsuzluğun türküsüdür
Eser, eser korkunç albenin
Çekilir sürgüler demir koyaklara
Çekilir hayalimden asi bakışın
Gömülürüm kendime bir başına
Tek başına hırgür sensizliğim
Leylanım, nupelda pervinim

BİLAL YAVUZ NAATLERİ

KAMER

Birlik aktarında ne burcular vardır ne burcular
Sürgülenmiş, geçmiş yürek yüreğe
Aşktan baygın rayihalar, ıtırlar
Teklik semaverinde fokurdar
Güzelliğin görgüsü
Buhurdanlar çağıldar buruk koylarda

İşte nezaketin zarafeti Sevgilimiz
Nasıl da salınır incelikler deryasında nasıl
Hasretiyle kavrulmuş
Gönüller meclisimiz
Nasıl da kıvranıyor ateşin firdevsinde nasıl
Can feryad, can figan, can yangın yeri

Kâinatın kalbi aşkınla taşar durur
Çalkalanır gök deryası
Susar şemsler tekkesi
Coşar zahirler ardında görklü ehad denizi
Caşar da deşer ruh dağını
Dağlaya, dağdağa
Vur mızrabı canın canına, mühürle ey

Sırların sırrında belirmiş aşkın karası
Gömülmüş susuzluğun göğsüne
Uçsuz umman
İns aynalarının hirasında
Bu aynasızlık da ne
Bu mahşeri ıssızlık kalbe nerden musallat
Gel dindir gecemizi
Ölsün sessizliğimiz

ÇAĞRI

Şu cihan çöllerinde
Muazzez deryana hasret
Bin sessizlikle yıkanmış
Kurak bir ırmak sesim
Ağlar, çağlar, dağlar ey

Rikkatinin zarafeti dahi
Kırk korku salmış hasmına
Tevazunda heybet dağları
Nadide görkeminde
Rahmetin kâinatı saklıydı

Firkatin tamusunda
Sensizlikten eriyen
Figan peteklerine
Her gün bir hüzün yılı
Canımız ağrıyor ey

Mahcupların Efendisi
Masumların Efendisi
Mazlumların Efendisi
Öksüzlerin Efendisi
Issızların Efendisi

Efendim, Efendimiz
Sözlerin tesellimiz
Biz seni görmeden gördük
Biz seni duymadan duyduk
Bağrına bizi de bas

MEVLÎD

Doğ ruhumuza Efendim
Saraylar çökertelim
Kurutalım kötülüğün gölünü
Çorak canları tufan bassın
Küfrün ateşi sönsün
Dünya ravzana dönsün

Doğ ruhumuza Efendim
Ebvâ’da gül mevsimi
Çözsün dilsiz cevheri
Mübarek validenin
Mahzun kemiklerine bile
Göz koyanlar kahrolsun

Doğ ruhumuza Efendim
Badiye yaylamızda feyiz
Sahralar vahalarla çağlasın
Hayalinle donansın cihan
Mefkûrenle dirilsin naaşlar
Naatlar serden geçsin

Doğ ruhumuza Efendim
Doğ da imana boya
Zamane Kureyşleri
Doğ ruhumuza Efendimiz
İki cihan serverimiz
Doğ ki ölsün yasımız

PENÂH

Risâlet göklerinin şemsi
Riyaset tarihinin başkenti
Senin senalar kokan
O mübarek gönlündü

Adaletinden selamet
Cesaretinden nezaket taşardı
İraden doruklar kadar
Merhametin âlemler aşardı

Fârân dağlarında bir Gül
Uğruna gülistanlar feda
Cömertler cömerdi ellerin
Şifalar nehriydi alınlara

Öyle bir merhaba eylemiş ki
Hayatın ömürlere
Sonsuzluk düşleri zât-ı âlinle
Yârenlik hayalleri

Penâhımızsın ulu önder
Karanlık kuyularda hilalimiz
Işığın içindeki rehberimizsin
Nur dolar baktığın yer

Biz dünyaya bulanmış
Sevenlerini çek çıkar
Devranın batağından
Canın canımıza Hira

MUSADDIK

Zişan bakışında fezalar
Derya içre deryalardı

Uhud yağmuruyla örülü
Çöller kendinden geçmiş
Vefalı miğferinde kan
Dağların gözünde yaş
Kırgın mübarek dişin
Yerlere yas göklere yas

Senden önce gelenler
Senden sonra gelenler
Seni görmeden sevdiler
Alemde böylesi kime nasib

Sen en çok sevilen insan
Sen hakanlar hakanı
Sünnetinde binbir lisan
Ömrünle onur onurlanır

Musaddık ey Musaddık
Sıddıkların Efendisi
Güzellerinle çiçeklendi devran
Senin görklü medeniyetinden
Çalınanla başladı
Nakıs Rönesans bile

Cihanda ilerlemiş ne varsa
Şaheser devriminden hediye

SEVİ

Seni öldürmeye gelenler
Sende dirildiler
Fidyelerle salardın esirleri
Onlar esir aldıkları ashabını
Vahşice şehid ederken
Merhametin, kanat sesleriydi arzın
Adaletinde yoğrulurdu çorak sahra
Seni sevmek ey
Hakk’a iman etmekti

GÜNEŞTEN HİLALİN GÖLGESİNDE

CENNETİN CEHENNEMİ

yorgunlukta beyaz kurdelalı kalbin
ensarla muhacirin yoklukta paylaştığı
eski medine evleri kokuyor şimdi
kusacak kadar fazla bolluğun ortasında
hayatın damarlarında tıkanırcasına
üstü kocaman bir kışla kaplı dağlar gibi
akıyorsun tünelden bükülmüş sırtınla
bebeklerin henüz açılmamış gözlerinden
sebepsiz gülüşlerinden öpüyorsun
hoyrat yontların yelesine bir öpüş sanki
çul kilimlerde yer sofraları kalbin
göğertide gökekinler, harman nefesi
helal lokmalar gibi kursağa dizilmeyen
üryan yavruların nasırlı avuçlarında orak
ütüsüz yüzlerinde pürüzsüz memleket
pak soluklarında düğürcük çorbaları

köy gibi nezihtik hep güzeli düşlerken
güğümleri binbir çilesiyle kaynatan
hevesi tandır egişe takılı nenelerce
tütünü kucaklarcasına saran atalar
kalaysız tasta bayat somunlar kalbin
tığları tesbih çekercesine nakışlatan
teyzelerin dillerinde dilsiz nağmeler
hep saflığı çağırır kıdemli ısrarla
yağmurunu bekleyen toprak misali
çünkü anadolum tutunamaz içtensiz
ve bakma pehlivan durduğuna
naylonlar küresinde duramaz ruhsuz
salıncak gözlerinde acılar sallanır
çocuklara bakarken iki misket sanki
usanmadan yüreğine yuvarlanan
hafızan kaybetmek istiyor kendini
sen hep o tel örgülerle çevrili
çocuklukların düşlerini yıldızlayan
dışardan cennet, içerden cehennem
pek nazlı pek havalı çokça yangın
ulaşılmaz lojman parkıydın

TOPRAK DENİZİNDE ATEŞTEN KADIRGA

ranzalar dilsiz, yorganlar ki cehennem pisti
Kızkulesi değil miydi şair kılan özlerimizi
çalımlı Ayasofya, filinta Sultanahmet
leyla ile mecnun gibi bakışırken karşımızın karşısında
Üsküdar, aşkın başkenti değil de neydi
dinmez, beyhude, ciğerimin gök gürültüsü
gözkapaklarım acıyla çeksin fosilli kehribar gözlerinizi
koparmadan kadim gurbetin antik tespih ipini
ve hiç değilse hayaliniz
hayrandır can evlerimiz

lambalar tenhalığı tutuşurken karanlık sular civarında
oysa bir simit yetiyordu muhteşem mutlu uçuşlara
yüreğini paramparça eder gibi kursağında
avuçlarda lokma lokma hayatla öpüşürken akça martılar
susardınız, susku bile aniden marşlar tüterdi
seherin ölümcül serinliği öksüz Gülhane banklarında
burada yastığı gazete kağıtları sefil bir adam
orada çin çayı eşliğinde sıcaktan üşüyen bir kadın
boğazın dinmeyen dalgalı rıhtımları sonra
kendini vururken ürperti kayalıklarına

yokluk denizinde varlık ağına takılan yunuslar
çırpınırken yaşamak azmiyle sınırlar tabutunda
ellerinle kaburga kıvrımlarını kavur kavur kavrayarak
kendini yarma isteği kuş cıvıltıları aralığında
bendini kanatlar çıkarmaya zorlayan kamburluklar
oysa yetiyordu sonbahar saçlarının oval incilerine
toka niyetiyle takılı o baharatlar karanfili
dallarına serçeler konan çocukları gördükçe
dallarından koparılan idamlık gençler kalbin zihninde

obruklar, koyunlarda derin yaralar şöleni
tebessüm eder gibi ağlayışlar şu hazin çardaklarda
canıma canımdan canan; cananıma cananımdan can
büyük iplik çilesi kördüğüm
Kâlû/Belâ anından mahşer demine kadar
odaklan En Sevgili hazretlerininnoksansız sanatlarına
uydularını açık tutmayı gerektirir sevmeler mesleği
sonsuz varedileceğin sonsuz günlerin sonsuzluğuna dek
boğazın ışıyan köpükleri olmak sararmış güneş dansında
çünkü her ufkun harcı değil ruhlar diyarında
gemileri karadan yürütmek -bir Sevgili- uğruna

İNCELİKLERİN EFENDİSİ

kuşu vefat eden çocuğa taziyeye giderdiniz
rengarenk ebabiller yağardı gül şerbeti kıvamında
hıçkırınca yavrular; namazlar, dualar kısaltırdınız
mukaddes Sina dağı gibi mübarek sırtınızdan
pak torunların inmek istemeyişi gönlüm umarsız
gözyaşlarının tadını iyi bilen mecalsiz diller hatrına
geceler, gökadalarca çullanırken yüreğimin boynuna
ruhumun çocukluğu ahlarken gövdemin mağarasında

siz ki hizmetçilerinize dahi öf bile demeyendiniz
söküğünüzü diker, karnınızda taşlarla gezerdiniz
ayinlerinin kibriyle -piştim- der iken nice kavuklu
günde en az yeştmiş defa; aşkla istiğfar ederdiniz
cümle canlılardan; ezilen emekçilerin safındaydınız
ortaya doğru yeşertip öğütleri kimseleri kırmazdınız
kölelerin ki, azadı için hiçbir fırsatı kaçırmazdınız

anlatmaktan anlattığını yaşamayı kaçırmalar değildi
yaşamaktan anlatmaya vaktinin kalmayışı sahih sevgi
ürkek tavşanların mahzun ceylanlarla buluştuğu
altından saflıklar akan ırmaklar gibi bir geceydi
zarif nehirlerin başını taştan taşa vura vura çağlayıp
uçurumlardan şelale olarak atlarken ki nezaketi
gibi bir havaydı hilalin pırıltısı vururken alın yazgımıza
meltemlerin korosu, resmi törendi kulak zarlarında
ve hasretin şu dağdan yumruğu gırtlağın yatağında
ve zulüm; suskudan tükenen dilceler kördüğüm

vurulan masumların babasından kurşun parası isteyen
otokratları şimdi hangi tarih kabul etsin hafızasına
ey kalbimizin diktatörü siz diktayı bile güzelleştirirdiniz
yeter ki bir işe başlayın, kılınçlar çiçek açardı buzulda
gitmeseydiniz, bitmeseydik, tutuşsaydık yağsaydık
sevdası için kavrulan cehennem gibi küfür tepesine
sessizliğiniz, aniden bastıran mutlak bebek gülüşleri
durgunluğunuz, boraları çekip dindiren kadim kasırga
dolaşırdınız, kuşlar uçardı sanki okyanusların dibinde
canlar sizsiz, vadilerde şaşkın gezen şimdi dilsiz “Şuara”

GÖLYAZI

zeytin ormanları, gam leylekleri
sazlıkta salınan nazlı sandallar
Apolyont gölünde mahzun gökada
Ağlayan Çınarını ağlaşmakta
sevdaya pervane yel değirmeni
Eleni’yle Mehmed’i anlatmakta
yerinden yurdundan eden acılar
bazı mevsimler çınarın göğsünden
birkaç damla kan olur göğe damlar
uğultular duyulur Rum evinden
derler ki; aşkları ah olup tozar
çığlıklar yükselir harabelerden

ey devrik ulu çınar; bir bilseler
ne sırlara şahid ihtiyar gövden
koynunda can veren nice hasretler
hesap günü için bir mahşer bekler
miras hatıralar, Mübadele’den
yüreklerce çarpar zerrelerinde
çığırsın mayanı Zambak Tepesi
dallarında; Taş Mektep öksüzleri
Kazım Paşayı hayırla yad etsin
dağlan hey Gölyazı, ağla ve çağla
saplı durdukça tarihin bağrına
sönmez hakkın hilali karalarda

MAHZUN SEVİNÇ

yaşamın en güzel sahne performansıydı rol yapmamak
içindeki o tamtakır kavanozun kapağını bir sıyır da gör
içlerden göklere kanatlanan ne kelebekler keşfedeceksin
bayındır bakışlar, güzel bereket suda
tadılmazın tadı mı, görülmezin yüzü mü
dallarında Gülibrişim çocukları; buruk
Petunyalar; kar suyunda serpilen kainat çiçeği
yeşilin nefesini hisset, ak mavilerin taksimini
ıslığını bozkırların, meraların utancını buğuda
ruhunu poyrazların, gülüşünü yağmurların, dansını ateşlerin
içindeki boşluğa batırdığın çiviler gibi ceset kokan şehirler

içindeki evrenin yıldızlarını keşfet gözlerini çevirip kalbine
bir vapur Nuh adaşı; hayret makamı özerk düşüncelere
ve güneşte kavrulan esmer merhamet bozkır teninde
bir ormanda bir ırmağın bir ceylanla buluşması endamlar
sararmış mahzun fotoğraflar emsali kartondan albümlerde
filmleri kopmuş özlemin; paslanmış denklanşörü gurbetin
gel etme gel etme gülleri tomruk; ahvah çiğdelerinde
gül şerbetine uzatırken ağzını dibine inen serinlik sanki
hilalden bir güneşin altında gölgelenirken Güzbatımı

ölümün üzerine sürüyor motorunu Hamza yürekli
panzerlerin altına yatan Ömer öfkeli kalbi kırıklar
savaş uçaklarına tornavida fırlattıran gariban sevda
bir ateş ki tutuşmaz her fitilde en doğru en dobra
yalan oğlu yalan; yiğitlik destanlarında gördüğün
öldürmeler değil yaşatmaklarmış asıl kahramanlık
tankları durduran o şefkat çıplağı ellerimizden öğrendim

kendisine çevrilen hain namlulara; konuşur gibi mikrofona
son anda dahi -gel vazgeç evladım- diyen ananeler mesela
utanır sloganlar; işte bu anlatılmaz işte bu yaşanır
idam isterken bile şu heba edilenlerine üzülen kırgınlık
tutuşmuş Hakk aşkıyla kavrulmuş derviş cehennem hey
sevgilisinin hasmını beklemektedir; taşkın
içimde hep bir senler beklemektedir, aşkın
beklemek; beklemektedir, beklememeyişleri
beklememek; beklememektedir, bekleyişleri
gayrı eminim, hüznün en yakıştığı gönüldür mahşer yeri

KIYAM SAATİ

biley taşlarıyla sevişen çetin kılınçlar
bilenişin koynu tırmalayan yalçın düeti
hıyanete vefa, zulme ıslah, çalıma vicdan
markası mıhlanan
kepaze devranlardan geçtin
kıvrak ve keşşaf, bıçkı ve haklı
karaltıya bir kandil kısrağını sürerken dört nala
şamdanlıklar, hırıltılar, bazalt kokuları
ökçelerin o baygın tekrarında kaybolmadan

en derine sürülmüş mahkum
kınından sıyırmadan boykot sancağını
ruhsuzluğa, aşksızlığa, banka bankerlerine
doğrulmaz devrildiği yerden domino taşları
çünkü birlik, cümle lehçeleriyle veciz
daha elvan, daha gür, daha kokteyl
bin balyozdan tek yumruk gibi çökmektir tuğlara

oysa biliyordun, sancaktar olduğun kadar
tiryakisiydim sokulgan süzüşlerin
tayfunda uçuşan perçemlerine, dalgın
uyandıkça tomruklar, yiten saflık
içinde, büyüdükçe küçülen bir çıkra
oğlaklar, zeytin ağaçları, kıraç dağ etekleri
açtıran, acar içtenliklere filiz
ki fukara ocaklar, başkenti insan haklarının

insanlık, senatolarda bahsi geçen yalnızca
senatolar, tek dişi kalmış canavarın
edemeyip kendini kendine itiraf
yatsıların kuştüyü yastığında kıvranan yaratık
nefsinin dahi inanmadığı tıraşlarına
rağmen PR çalışmalarına, ikna odalarına
halklarının bile gözünde yosma

çünkü gümrahtık, bir ırmak ne denli olacaksa
alemi yoktu sökülmenin ifşa ajanslarına
yetiyordu bir dargını ondurmak
her lügatte barınmayan karşılıksız kelimesi
en fazla müminlerde anlamını bulmaktaydı

oysa katrandan kazınırken garibanlar
hazmedecek kadar alçak bir sinikliğimiz yoktu
yokluk bazen varlıktır
varlıklıydık ve rugan
duruşlarda parıldayan bir urgan gülbankımız
nerdeyse gözleriyle devirecek adamlar arasında
nerdeyse gözleriyle devirecek madamlar arasında
sendelerken de putçuklar
satırlarımız için can atıp durmaktadır

yeter ki bir rüzgar ya Rahman
neresinden başlarsak birleyecek
kenetlendikçe suskun
kenetlendikçe eforları tıngırdatan
orijinal bir seda
toplayarak dergahında
cihad diye çarpan fuad oğlu fuadlara
tarihi işlevini andıracak

aceb mutluluktan uçuştu mu melekler
seni gördükten sonra insan yaradıldı diye
seni yani nereye yükselebileceği insanlığın
hasılı onur, miracınla insan fıtratına
ölüm ki bildirir kıymetini ebediliğin
göçtün ve güzelleştirdin
kalbe mevti, göçtün fakat
bu paramparça surları kardeşliğin
çaktı yokluğunun zorluğunu körkütük boğaza

şimdi bu kumandan yelkenleri fora
bu sultan gemileri dans ettirecek zilanlarla
mürettebat hani
bir Sur nefesi elzem
birleyen kıyamlara
uzakça afradan, tafradan, hanlık hırsından
bir de İsrafil
baştan ayağa uyaran
uyanışları birbirine varis kılan
hızırla kırkbirinci saate uyandıran

KALBİSTAN GEMİLERİ

pek sever saklambacı sevda dediğin
evladı aç kalmasın diye günden güne
zayıflayan varsıl babaların sayılan kaburga kemiklerinde
anaların demirden yoksun ama metalden pehlivan kanında
pek sever saklambacı sevda dediğin
nice aydınlıklar ki karanlık
nice karanlıklar ki aydınlık
gösterir aydınlığa kimliğini karanlık
öğretir karanlığa benliğini aydınlık

ne çare inkarlara beyazlar ışıklar içinde
ne keder imanlara yusufçuklar kuyusu
oysa küpeşte kılan geceyi sır olmaktır
kaybolana söyle derman hangi ışık
pek sever saklambacı sevda dediğin
neyleri nargile gibi tüttüren adamlar
birşey kaybetmez takip etmemekle gündemi
ceplerinde aşkın gözyaşları çiçeği
yaprak güzeli yatsılardan
patiska seherlerden ahşap oyalardan
ovalara güldancası kurulan obalardan
aktolgalı otağlardan
cana bir sinan timsali saplanan
kederi kaderine Elest bezmindensadık
kökleri göklerin ve dalları kürenin göğsünde

öyle bir yakılsın ki Kalbistan Gemileri
kalmasın fedakarlık çiçeklerinden başka
ırmaklara bırakılan ümitlerin öksüzleri
sürsün firavunları gazabın kızıl denizlerine
destanını -aşkı cephane diye taşıyanlar- nakşetsin

gamları gerdanına ney gibi üfleyen adamlar
düğümlene düğümlene çözülen elmaslarıyla
füzeli akşamlarda kırlentleri kanter içinde bırakan
milyonlarca yavru ağlarken utanan sırıtmaktan
vebalinden hayır onlar da sıyrılamayacaklar
şimdi mevsim, mahşerde yakalara takılan çocuk elleri

durdukça boy veren düşler gayrı tartıların denk düşmesi
öyle bir zaman ki bu çaresizlikten tarifsiz cinnetler
çağın Ömerlerini dahi ölümün ötesine karşı sarartan
duvarlarda milyarlarca çatık kaş sanki sıfatına
daralıyor sıkılmış yumruktan kurusıkı sadırlar
döşler ki öfkeden çıldırmış saatli birer bomba
toplansa cümle ruhiyatçı değil derman ümmetin yalazına

derdini boynunun küfesinde taşıyan adamlar
çünkü birşey yapamamak herkesin birbirinden kaçırdığı
ama buruk muhitlerde ağzına kadar dolup taşan
burada sanarken hayat sürdüğünü bostanına
orada adalet merhamet için yaşamaktadır artık
çünkü Suriye akkordan bir zülfikara dönmenin adıdır
eninde sonunda siyonizmin başında parçalanan
milyonlarca şehadetten sonra içine çekebildiğin ıtır
Cebel-i Târık’da bir figan asırlardır dolanıp durmaktadır
çünkü kıyamet kıyamet büyüyen bir diriliş vardır
bir velâdet için ya Rab
ne cehennemler dalgalanıyor

MAVERA TAKVİMİNDE BİR YAPRAK

kırımlarda, beraber katledilirken
evladına kefen olmuş valide cesetleri
çünkü anneler, şu zamanda bile
çabalar, vefatı nazik göstermeye
kınalı kekliğine, kırkı çıkmamışken
bambaşka yörelerde, apaynı sahne
hiçbir şey olmamış gibi devam etmek hayatına
günde milyarlar kere, çok kahkaha, az insanlık
nafile değil, hoyrat sokak köpeklerinin
gittikçe daha fazla imtinası, gelip geçenden

oysa gümlememiş ketum füzelerden
saksılar, oyuncaklar çıkaran mustazaflar
etti mi hicret, kuşunu, kedisini unutmayan
işte bu sessizlere, cevrederken tiranlar
masumu terörist, teröristi kahraman
vatanseveri hain, haini yurtsever kılan
anırırken ıslah diye bozgun üzre bozgun çıkaran
bir çeperi, bakışlara çekmek istiyordu

oysa tam bu zamanlarda tam bu noktada
hayır, değil -az sonra, yok -şimdi reklamlar
tuzakların üstünde bir tuzak vardır gerçeği
usanmadan asırlardır, devreye giriyordu
cerenlerin sıcacık gülüşünü
bölüşürken erenler, şurada
helak olmuş bir kavim gibi gözler yeşeriyordu
ertesi nesillere, ibret mirası, kalan talan

ağarırken ağır, erkler, bükümler, hendeseler
cümbüşler, tin saatleri sanrı köşklerinde
esrardan savruk, cismiyle bir tan vakti garb
şarka dönüşecektir, yeter ki çemren
çünkü asla dönmeyecek faytonlar balkabağına
sabretmek, yarısıdır dikey zaferin

BİLİNÇ YAZITLARI

idam, fizik saatinin durduğu hazin zaman
yeni bir doğuma yüklü, körpecik devranlara
dibinde depremler gibi sızlayan kemiklere
ne zaman aldırış eder varis nasıl bir demde
uykular mı gözlere, uyanışlar mı yakışır
bilmem kaçıncı bahar, gökte kaçıncı ıtır
söyleyin ey rahimler, ekin ne vakit biçilir
özünden kıyametler taşan yiğit asker vaktindir
sen haykırmasan ben haykırmasam hangi devir
eğrileni kılıcıyla; nerede, kim düz edecektir
çarpar alemin nabzı hakkıyla atan yürekte
mağlubiyetten başka galibiyet mi var katle
inleterek enseleri, muştuların muştası
doğunca emekçiler birbirinin tam aynası
kaynaştıkça hakikiler; zırhlı, roket işlemez
musibet olup yağsa dünya bu bilek bükülmez
teknik, sadrına iman üfürmeni beklemekte
sanat, bağrına irfan nakşetmeni özlemekte

diller, kültürler Hakk’ın ayetidir, inkar etme
kendi ahalin için susadığını ey müslüman
kardeşine dilemedikçe düşün tam mı iman
değil mi ki cümlesi; teğmen ata yadigarı
nedir bu hınç bu telaş bu tüketme ihtirası
vallahi paramparça eyler son vahdeti
ileri gelenler, tanrı edinirse, kibrini
tufan olup kopsa evrenler ne keder Nuhlara
vardır her dem bir kadırga en dipteki ruhlara
kesilip nil/fırat/dicle, çağlayacak çağlara
Asr-ı Saadet nurun; iliklere, ırmaklarca
öyle bir kıvılcım bahşet ki bize ey Rabbî
görmesin başka bir çıkış yol kaçaklar dahi
saçılan kırıkları ancak yangınlar zamklar
öyleyse yansın yürekler ta kaynaşana kadar

BEYAZ KARANLIK

Gövdeyle kuşatılmış dinmeyen ruhlarımız!
Ağlar, yırtar kendini sonsuzluk diye diye…
Sanki evvelden tanışmış gibi canlarımız;
Yosun gözler boğuk kellede ürkmüşçesine.
Dalardın; sen değil, uzaklar koşardı sana.
Bakışların, sumruların sarsılmaz töresi…
Uyurdun; uyanışa dönerdi uyku, hırsla!
Nakışların, varlığa gebe bir yokluk sanki…
Çiçeğin yüreğinde çiçek açan polenler;
Anlatsın öykümüzü ceylansı yavrulara…
Yatağanlarla doğranmış batağandı keder;
Mahzunlar mahzeninde kurulmuş kursaklara.
Dikiş tutmaz ülküler çaçaron göğüslerde.
Mevte battıkça çıkardık doğumun yüzüne!
Tabutlar bağırıyor toprağın yüreğinde…
Kefenler, kuduruyor okyanuslar dibinde.
Duyamaz; yangın kuleleri bu cehennemi.
Bulamaz deniz fenerleri şu pus gemiyi…
Bir sıyrık ki, âlemler saklambaç pıhtısında!
Aklın dil, vicdânın göz kesildiği boyutta…
Sisten, çığlıktan bir kaledir beyaz karanlık!
Çektikçe çeker göğünü göğüne, haylazca.
Ah ne afet katliam; rahim nurda kayıplık!
Nadide eriyiştir; katışmak, karışmaza…

DEMLİ SAĞANAK

Dünyayı sömürmediğin ölçüde erkinsin!
Mülksüzlük; en hıncahınç mülkü zengin yüreğin.
Işık, yürekçe atar karanlığın büstünde…
Zulmün celladı adalet peşinde zalim bile!
Derviş ki sırf taliptir; talebi, talepsizlik…
Sığ seslere en gökçek refleks derin sessizlik.
Dikilmiş; inleyişler gibi mezartaşları,
Seyyahı durdurmak isteyen uyartı gibi.
İşkilsiz, kavrulanlar için kış bir bahardı;
İnleyiş ki beş mevsim dinmeyen ruh depremi.
Şimdi esmeyen poyrazların bereketinde,
Bir kuraklıktır gayzer kılan ötleğenleri…
Bahçeyi tatmak sizsizlikler işkencesinde,
Sağlamlaştırır bülbülün bağır kafesini…
Çatlar kafatasları yeryüzünün koynunda,
Başı dik gözü yerde kuşlar gezer magmada.
Çürümeye kıyamayan çocuk kemikleri…
Çatırdar; ahların arşa yükselmesi gibi.
Önlesin kalbin bakır zehrini kalaycılar!
Hüngürdesin sipsiler; dile gelsin uzaklar,
Gassalları kızartsın gazelinde kıskaçlar…
Dalgalansın canlardan bir umman yaşamaklar!
Körükler, esnedikçe tımarhaneler boyu…
Keskin pas; tırnak kılar bronşa her soluğu!

HELAL GÜZELLİK

Yüzleri tanınmayan cesetler arasında;
Tanımama hissi ağır basan annelerce,
Öldü antik kaygılar beklenen gün doğunca,
Caiz cemal sofrası serildi ezgimize…
Deha deha yeşeren rasathaneler kalbin,
Eş zamanlı indirilen uzay roketleri…
Mümin filozoflar ki ecdadıydı bilimin!
İslam, medeniyetlere insanlık öğretti.
Ey kafataslarından parklar doğuran hande!
Yüksel yüksel büstümden üstlerin kursağına!
Ufalanır mumyalar azmin gömütlerinde!
Gıcıklanır kuşkular ruhların gırtlağında…
Dirilişe adaklar doğurmalı rahimler;
Akıncılar aşkına doğrulmalı gerdekler.
Anneler dantel gibi işlemeli yelkenler,
Örmeli yıldızlardan; ışıl ışıl şilepler…
Sılanın volkanik gölünde yüzen aşıklar,
Haşinleri inletmek o mertlerin cenneti!
Kabre definden sonra aniden canlananlar;
Anlayabilir belki bu araflar pistini…
Değil dudaklarla nefesdaş şu mısralarım!
Kendini bildiğini sanırsın, bilemezsin.
Sempati! Neye göre? Nafile çağrılarım,
Gözden bakan eremez görküne görünmezin!

KALABALIK YALNIZLIK

Ay: gökkuşağı çelengiyle arşta bir kuyu,
Namlular alınlarda volkanik kış mevsimi.
Buzulda har kesilen nabızlarda çarpan su;
Öksüz kalderalar gibi haykırır tevhidi…
Ölümcül yerle gök arası fışkıran hayat!
Çağırır; hepliğin, hiçliğin tek sahibine…
Uzay okyanusunda inci devran ne bayat,
Heyecanla gelenler hep gider çöküntüyle.
Onlar siyah aydınlık! Biz özgürlük tutsağı!
Onlar havra sessizlik! Biz barışın kurbanı!
Unutma! Ey boşluklar çölünden sızan feyiz,
Kumsaati yurdunda çıdamdır sermayemiz!

GÜNEŞ HİLALİ

telgraf tellerine dizilen kumrular gibiydik
nakışlarımız gökyüzüne dalarcası dolarken vatana
ezanlar saçlarını okşardı sayvan zarlarımızın
derimizde erkin ülküler gerilirdi tam ilkeli
alnımızda bağımsız bir yurdun hayat çizgileri
ellerimiz hür memleket kokardı batarken deryalara

büyüttüğümüz her gonca; çocuk bahçelerinde
kurulmuş bir Hakikat Devleti çağın ufuklarında
aşkın ahlakıyla sancağa çekilen nur yüzlü umutlar
ırmaktan sofralarca serilir içimizin kış çölüne
her dem yeniden diriydik yavrucak heyecanıyla
sola sola bağışıklık kazanmak bütün solgunluklara

yoksullar yönetseydi dünya iyileşirdi bilirdik
anneler başı çekseydi resmi kurumlarda dantel örtüeri
kibirli ve hırslılar ezse de arzın bütün çimlerini
toprağın sakındığı tohumlar henüz çürümemişti

ezilen gül içinde kabını yarıp çıkacak yeni bir gonca
inadına suladıkça azmi güzellik yorgunu vicdanlar
kötüyü iyiliğin selinde boğup yılmadan susturacaktık
güneşten hilalin gölgesinde selama duracaktık
yoktu ümitsizlikten ehem öldürücü nefretlimiz

karanfil yağmurlarına karışan ıhlamur burcuları arasında
hakkını arama meslekleri adalet gününe dek biliyorum
ama nasib et Rab cennetinde bile helal marşlar istiyorum
bizi ordun kıl diz sarsılmaz fazilet ipine ebabiller gibi
mazluma rüya zalime kabus eyle cehennemlerin tarzı

aşkın kâbesiydi cihad meydanları yoktu itirazımız
sevdanla vurur, vurulur, sevdanla yaşar, yaşatırız

DAVA ADAMI

kalemini asa diye kuşandın, kağıtlarını sahra
mahşerî bir sükûnetle haykırdın asrın sadrına
iki parça cama sığmayan o canlı bakışlarında
yaşama sevincin gibi serpildi müslüman coğrafya
bilirim düğünün bugün; Aliya’ya selam söyle Akif abi
de ki her belde şimdi Srebrenitsa inananlara
öyle yalnız bırakıldın ki şu hakikat davanda
ilk nefesini alır gibi verdiğin son nefesinde bile
takdiri bir başına karşılamak düştü nasibine
bir ömür çabaladın; çarpıştın Leyla uğruna
sonunda Halid gibi göçtün şehadet aşkıyla
Malcom’a selam söyle abi; Basayev’e, Ahmed Yasin’e
bil ki yarım kalmayacak bu çağrı ağır yüreklerde
haleflerin muştular serpecek mahzun makberine
şimdi bir Asım’ı olarak; Mehmed Âkif’e selam söyle
gözlerim durmuyor Akif abi, dinlemiyor mantığımı
Zarifoğlu ağabeyin serçeleri zikretsin toprağında
-dünya ne kadar da fani- dercesine yaşadın, gittin
Sezai üstad gibi devişi oldun kentin, kesilmedin
gelseydi elinden; bilinç için alemi belgesele çekerdin
Arakan’lı çocuklarca, Bosna’lı annelerce rahmet sana
komşu kılsın Rahman; Metin Yüksel’e, Seyyid Kutub’a
Kudüs’ü bileğinde saat diye taşırdın Pakdil gibi
görmese de gözlerin, imanın gördü hür Filistin’i
emaneti savaştığı emin elçide olan Kureyş misali
öyle edepliydin ki; hayran kaldı hakkın hasmı dahi
bildik eylesin Allah… evliyasına seni Akif abi…
Ömer’in, Ali’nin, Fâtih’in kalbine yoldaş etsin kalbini

ÇEKİRDEK YAĞMURLARI

eğer dünyayı bir kez değiştirebilseydim
tüm silahları imha etmekle başlayabilirdim
bıçaklara bile ihtiyacımız yokmuş aslında
organik şeker, kimyasal içermeyen balon
bez bebek üretimlerini fazlalaştırabilirdim
daha çok gülen yüz ve daha az asık surat
cinnet anlarında canavar durdurma butonu
çünkü bir an beklese insanlaşacaktılar
kentlere bile isteye tıkışıp sürü timsali
dağları, ovaları, ormanları yalnız bırakan
insan asla huzur bulmayacaktı bilirdim
doğaya yeterince dağılmakla başlayacaktı
tabiat ahbaplığı ve ihtiras eriyişleri
hazcı hız çağının açtığı yabanıl açlığa
özge derman köylerin antik sükunetiydi

dünyayı değiştirebilsem değişmeyecektim
kökünden bir değişime hasret kalan insanlık
buçuk dönüşümlerle yalnızca hep yıprandı
bilim ve teknik diye diye büyütüldü oysa
milyonlarca hayatı kül eden jenosit teçhizleri

korkulan taş devriydi asıl hikmetli çağlar
meleği iblisleştirecek çapta ferah imkanlarıyla
yamyamlıktan başkası değil modern dediğin
çıplak ayaklarla sonbahar yaprakları üstünde
uçurtma şölenlerinde buluşmaktı hayalim
kimsenin kimseyi biçmediği kardeş halklarla
kültür şenlikleriyle kültürel emperyalizmin
başını gövdesinden aşkla ayırmak isterdim

ihtiyar dünyayı bir kez değiştirebilseydim
çocuk gülüşleriyle iyileştirmeyi denerdim
aldığından fazlasını vermeyi hobileştirmek
nükleer yerine fidanlık üreten bir gençlik
belki gezegenlere ulaşmayacaktı astronotlar
seri ulaşamazdık o çok mühim yerlere belki
asteroid madenciliği olmayacaktı belki ama
her sabah endişeyle uyanmayacaktık inan buna
tırnaklarla kazıyarak, alın terimizle, emekle
kendi ellerimizle cehenneme çevrilen sinemizle
artık çıkış yok geri dönüş yok biliyorum
öleceğini bile bile yaşayan canlı azmiyle
yine de yazmak, uyarmak, bağırmak istiyorum
argın düşler kayıtlara geçsin hiç değilse

KUŞ FIRTINASI

toplu intihar eden kuzular kadar buruk kalbin
toplu mezarlarda çürümüş yorgun iskeletler sanki
ilk cinayetten son katliama kadar evrensel tanık
darağaçlarının salıncağında sallanır masum serçeler
sedefinin içinde bir inci
hep kapanırken kendine

ne kitaplar yaktı ruhun sırf ısınmak için
bekliyorsun… gidiyorsun sanıyorlar…
ve alanında uzman ekiplerce tasarlanan
bir dekorasyona dönüşüyor kadim ıssızlık
ne kadar yürürsen yürü, uzarsan uza, büyürsen büyü
dönüp dolaşıp varacağın yön çocukluğun kokan yer

bütün duvarları yakılıp yıkılsa da o ilk evin
nereye gidersen git… kaçamazsın içinden…
kavuşmaktan kaçamazsın sevdiklerine derin
yıldırım çarpan ağacın döşünde çakan ateştin

bağır bağır bağırıyor yüreğin… gözlerinde…
yüreğin; göğüs kafesinde yorgun bir tarantula
okyanusta püsküren lavlarla oluşan volkanik ada
kuş fırtınası senin ki… düpedüz düzsüzlük…
duvarsızlara çarpa çarpa
boşluğu aşındıran doku

şimdi neyi susarsan sus atılacak çığlık bellidir
geldiğin bütün duraklarda aslında gelmemişsin
hareket halinde bir iz gibi ömür
parlayıp sönen parlayıp sönen her dem her gün
çok renkli karanlığın sahasında
bir ev sahibiydin bütün deplasmanlara

ve durulmaz; hortum bitse bile
hortumun göğsündeki hortum
kaybedecek bir maçın kalmayınca yorgun kürede
kaybetmeyi bile özlediğin an kanyonların ucunda
kendini bırak ve fırtınayı hatırla
aşkının insaflı kollarında son nefesini verircesine
uçmayı öğren; karış ummanlara

ODYOLOJİ

boynu bükük kitaplardır mezartaşları
okumayı söken arif yüreklere
hayır ölüm değil; kesinlikle
hep çıldımışçasına yaşamaklar kokturan
bir kütüphanedir; mezarlık
içiçe aynalar gibi dizili
savaşıyor toprağın göğsünde ağaç kökleri
maddeye nefes aldıran mana kalbin

virüsleri ezip geçen akyuvarlar aşkına
sulama kanallarına düşen yavrular hatrına
andolsun ki garibanlar
sevgi ateşiyle yakacak
ıssız kalabalıklarını ihtiyar dünyalarınızın
göğü rüzgara boyayan kanatlarca
yeri dumana bulayan toynaklarca
ummanları tufanlara dolayan yüzgeçlerce
andolsun incinenler kazanacak

şehadet getiren imanlı gerdanları
Allah ekber diyerek kıran münafıklar için
cennet ancak cehennemdir; hurileri zebani
ve birleştirmek hakikiler mesleği
yıldızları galaksi kılan çekim kuvveti
kalbimizin kalbinin de kalbinde haznedar
rayından çıkmış vagonlar mı Ümmet
oysa kapanmayı bekleyen onca deccal üsleri
Hürmüz Boğazında çarpışan piyonlar
atlı karıncalara dönüşen o hamal sırtlarca
düşmanın binmeye doymadığı ayrılıklar düldülü

ah mevsimi; kimseler kimseleri duymuyor
birbirine kulak vermeler rekoru kırılırken
Odyometri; doruğundayken öz tekniğinin
Odyologlar dahil hey od yüreklim
kimse kimseyi istememek istiyor
biz kendi içimize bakalım o dem dervişler
sağırlaşmamak için şecere zarına

HİRA SAATLERİ

kimse sizin kadar sevemez, sevilemez
nerede iyilik, güzellik, doğruluk görsem
göğsünde rahmetinin kadim nefesi durur
içimde kısık kelleler
dağlanmış zebaniler
içimde katran gibi asfalt gibi bir zehir
ruhumu merhametin cehennemine devir
rıza verdiğin magmada yanmak ne özel

papatyalar çiğneyen yaramaz canlar üstüne
her dem yeniden doğan sevdalarım vasiyet
gazabın kursağında hür insaflar üstüne
galaksi tüten serenatlar kazımak istiyorum

karanlığın tahtına en aydın başkaldırı
size şeksiz şüphesiz sorgusuz itaat saatleri
gök denizde can yunuslar gibi çağlayan
rüyalar büyüten ebabil uykusu diliyorum

yağmurlar ağırdır dağlardan
nahif gözlerden bakmayınca
çığın koynunda gürül gürül yanan soğuklar
yataklara savrulan tenha bavullar kadar dargın
vagonlar, sirenler, ıslıklar ve susmak
ansızın esen hortumun usulca göle dönüşmesi
bu sazlıklar bu çakıllar bu köpükler ensemin

ıssızdı mağarada öyle bir ıssızdı ki
hiç kimse böylesine
kimsesiz kalmamıştı
sonra bir tuttunuz mübarek yüreğinin elinden
öyle bir kaldırdın ki
hassas özcevherini
alemlerin en mahşer marşı kılındı kalbi
bebeklerden saf melekler bile yetişmedi

bizi de yükselt Rahman biz de öksüz
çağdaşların dağında kimsesiz mağaramız
çoğunluğun hırpaladığı azınlık kullarınız
ahir Bedir zamanıdır
bir avuçtur mücahid
helak olmasın aşıklar ey Maşuk
divanına sunulan aşklar hatrına

KILCAL ZARAFET

ceylan gözlerinde kuğu masumiyeti
üzgün mügeler gibi tenha bir vaha
yüreğin bağırıyor bakışlarından ey
gidenleri susmaktan
yorulduysan
bir ihtimal daha var
hayat gökyüzünde dinozor uçurmak
kadar güzeldi bazen
arş şöleniyle buluşan arz ayinlerinde
irfanlara vurgundur tevazular
benlikten bizliğe hicret
gözleriyle gözlerimizin içine haykıran
yetim çağalar gibi biraz
seccadelerin Kevser sofrası misali
serilirken ki o kılcal zarafeti

gönlün dilerken doğurduğu heyelan
bir Ortadoğu düşün
aldığı her soluk
ciğerlerini tırmalayan bir tırnak
uranyum çekirdeklerine
çarptıkça çoğalır seri nötronlar
çoğaldıkça zincirleme reaksiyon
tepkime patlamaları yaşandıkça
hidrojen bombaları
enselerin köklerine
tıpkı içimiz gibi batarken kana
kaldırımların alındaki serinlik
gel kaçalım seninle
kalabalıkların gitmek istemediği o yere

özüne sığmayana gökyüzü sığınaktı
bir uçumluk canı var göçebe gönlün
bakmaya kıyamaz cesurlar
dövmeye doyamaz korkaklar
cehennem bile dünyadan temiz mi
çünkü tüm şeytanlar henüz burada
eyvah tamtakırdır içerimiz
anlatılamayanlar müzesinde
söylenemeyenler koleksiyonu
atan yürekte çarpan yaşama sevinçleri
mazlumlarla beraber uçtu gitti
“bizi doyurmak için milyarlarca canlıyı
feda eden Hakk’a olma isyancı”
kendini rahat bırak
gökte yüzmeyi öğren

YILDIZ TOZU

şu iyiliğin güzel atmosferinde
hepimize yetecek kadar nefes var
soluklandırsın Hû
yakında teni toprak olacakların
birbirine kibirlenişleri ne hazin
ömürleri boyunca
kendini kasanlara
daha büyük bir azab var mı dünyada
zinhar değer kaybettirmez
azınlık kalmak yiğitlere
varlığın yokluğun ötesinin Sahibi
doğruluğu dürüstlüğü çoğaltan erlere
dünyayı değiştiremeseler bile
verir özlerini düzeltme fırsatı

katkı maddelerinin esrarkeşi
şehrin insanı
salsan doğaya tutuna bilir mi
kanatlanır gibi suda uçuşan
baraj çocuklarına belki öğrenci
ay ışığına ayna duvarda
raks eden dalgaların gölgesi

yıldırımlardan bir çınar Anadolu
kendine yangınçevresine aydınlık
lavlardan bir şelaleydi koynun
önüne kattığını
ummanında zerre eden

denize kıyısı olan bir balkona
asla yoktu ihtiyaçları
hayal gücü yüksek sanatkarların
biz kağıttan gemileri Rahman’ın
bağrımızda esrarına
karışmayı bekleyen sırlar
meydan okuruz poyraz ordusuna
can kırıklarına rağmen

yıldızların kızgın çekirdeklerinden
trilyonlarca atom fiziğimizde
birbiriyle tohum paylaşan
eskilerdi asıl sosyalleşenler

ömrünü fabrikalarda geçiren
mutsuz hayvanların etiyle beslenen
hormonlu sebzeler çiğneyen
vah apartman çocukları
natürel aşkları ne bilesi

MAGMA YAĞMURLARI

ruhun bir Nuh tufanı
gürler cüssenin kafesinde
kükrerken şahdamar piramitleri
titrerken mumların mumya alevi
dönüşür Musa kalpli asaya
içimdeki yabanıl ejderha
vahşetin imparatorluğunda

ateşte İbrahim bahçesiydin
Hakk aşkıyla Ömer kesilen
cehennemin cenneti sanki
dalarken uzaklara yaklaşan sendin
ummanlar doğuran bir içdeniz
suskun kimbilir kaç sesin nefesi

içimiz şimdi çölde deniz feneri
çöker kum yağmurları aşkın büstüne
çağın ağında çiskin simyacılar
haykırmak isteyip haykıramayan felçli
ey fezanın baharı gel de gör bizi
durulsun durgunluklar filizkıranı

testereyle doğranan peygamberin
hüznü dolaşır göğün sokaklarında
çatlar iskeletler Kızıldeniz’de
Manto’da ölüler düğünü başlar
ürpertiler püskürtür yanardağlar
çarpışır metafor meteorları

çalkalanır kürenin katmanları
cesetlerin petrolüyle devranın
altını üstüne getiren insanlık
ne bekleyebilir kıyametten başka
sorumlu, hükümsüz egzozlarla
çocuklara kanser bağışlayanlar

AŞKIN FESTİVALİ

gözlerine kaç geceyi sürme çekmişsin
gözlerine
kameri güzeylerde şems kılan
tabiri imkansız rüyaların aynası yüreğin
yüreğin kaç yüreğin bileğinde gezinir
sen kaç rıhtımlı körfezsin
anılar, yaralar, çöküşler ve duymak
suskuların ahenginden örülen mübarek besteni
tren sirenlerinde sesin
hüzne selam etmiş kumsallarda doğmuşsun
alımlı valsler
narin esanslar ellerin
ellerin kaç bileğin yüreğinde birleşir
sen kaç körfezli rıhtımsın

göklerinin bağrı kristal döşeli
öpülmemiş yüzleri öpülmemiş avuçlarına değdiren
çığlık çığlığa çığlar gözlerin
gözleri birbirine bağlayan bakışlarda kurulmuşsun

hislerin sislerinde
sarsılmaz divanın
sılan; pencereler önünde tenha yusuftutan nasihatleri
neylerin rebablarla
feleklerde kesiştiği dalgalarda durulmuşsun
harabe şatolarda nefesin
baştan ayağa bataklığa saplı masum mücevherlerin
felaha çekildiği çöllerden geçmişsin
okyanusların bağrında duran kimsesiz bir çöl gibi
kalbe elveda etmiş
akıllarda solmuşsun
sen kaç rıhtımlı kaç körfezli rüzgarsın

hep seni aradım Kudüs’ün viran surlarında
merhametindi şavkıyan Diyarbekir hisarında
şimdi fukara bir ömrün kitabe aralığında
çatlar aynanın özündeki ayna
kaynar yaranın közündeki yara
sen kaç rüzgarlı tufansın
sen kaç tufanlı kıyamet
sen kaç kıyametli mahşer
kaç mehşerli cehennem
kaç cehennemli cennetsin
eti kemik geçmiyor şu yürek saati
o ruhu özleyen milyar can
sen kim bilir şimdi hangi
ne doğmaz bir ölüm sevmek çilesi

MELEKLERLE ALTI GÜN

1
başladı kutsal besmele serinliğiyle
yolun yolculuğu
yolculuğun yolu
birinci gün Münker ve Nekir
atıldı tutup iki bileğimden
fırlattı içimdeki köstekli saati ışık hızında
rüzgarların denizlerle mecnun koklaştığı

yamalı kulübelerden geçtik ilk
paramparça evleriyle bir köy tüneli
ama büsbütün göğsündeki sevinç geçitleri
çocukların o solgun ve lenduha gözlerinde
bengisu şiddetinde aziz yaşamaklar azmi
martıların sırtlarına biniyorlardı
köklere tebessümler ekiyorlardı

kadim esaslar üzre
ihya olan ümranlar
alkımlarla çizilen mimarlar saçıyorlardı
başaklarda buğdaylar çiğneyen gelenekler
çalışmaktan bostanlarda
utançtan değil onurdan
yüzleri kızaran evlatlar
sütunlardan bal emziren doğu ötleğenleri
doruklarda dağ içen
görünmez misafirler
bastığı yeri ayağıyla öpen uğurlu kafileler
çelmikten ve sazlıktan
kervansaray köşkleriyle
halaya duran çağıltılar meltem törenlerinde
kan kokulu bembeyaz
gelinlikler köknarlarda
yırtılan yüreklerden örülen uçurtmalar
kurulduk bir bulut kıyısına
ben hep arşa hep arştan bakmaklar istedim

Tevrat ve İncil ve Zebur timsali
Şam ve Bağdat ve Kudüs nehirleri
artık yeryüzünde değil gökyüzünde hayatta
şimdi koyuntu dehri
nasıl da kendi kendini kemiren geometri
Münker yıldızlarla ahbab olmuş
Nekir yine şemslerin meclisinde
içimdeki bağlamaysa
hep onların gazelinde

2
ikinci gün bir buzul çağı cehennemi
yakıcı soğukluklar
donduran sıcaklar
geldi Azrail dibinde sevda kokulu sırlar
sadrında gür pınarlar
avuçlarında sandukalar hazan
mazlumlar generali
zalimlere muhteşem müjdeleyici
son nefesini kusarken
kibirlenenlerin sonunu görecektiniz
bacaklar birbirine dolandığı zaman
yalancıların akıbetini görseydiniz
boğazın ağzına dayandığında can
yetimleri yutanların
halini görmeliydiniz

öyle bir kente vardık ki
ölümün sıddık meleğiyle
katkısız sebzeler kendini yetiştiriyordu
ömrünü değil hissiz fabrikalarda
sımsıcak doğada özgürce geçiren
mutlu canlılardan rızıklanıyordu ahali
ne robot kozmonotlar
ne uzaylı mumyalar
burada insanlar sahiden yaşıyordu
aşkları hep gerçek yaraları
doğallık en güzel parfümleri
kasılmanın kölesi değildi gövdeler
dokunsan ağlayacaktı ruhlar
insan kurnazken bir hiç

siz hep onu dirlik alan bildiniz
oysa uyandırandı Azrail uykunuzdan
öyle şefkatliydi ki Rahmân evliyasına
en sevdiğinin verdiği vazife
ona mesleklerin en sevimlisi
Hüthüt gölgesinde Ashab-ı Kehf kıtmîri
ardında Şuayb kuzularıyla Salih devesi
kudret deryasında kanatlı yunuslar
yüce dallarıyla bir sancak ki
helak olmuş beldelerin imrendiği
arzda örülüp sanki arşa eriştirilen şehir
prizmalar sağdım
ses kemiklerinden
isli bir bilek gibi sallandı yürek
uçtuk gittik kentin labirentinden

3
tapılan putların dile gelip
Rabbini birlediği devirlerden geçtik
anahtar deliklerinden sızan
bıçakça ağır bir yel gibi ben ve Mikail
hortumlarla yıldızların
heybetli Kahhar korkusundan
sağa sola kaçıştığı fay hatlarından
haşyetten düşen kayaların
parçalanırken ki toz bulutundan
yepyeni bir coğrafyadan geçtik
görkemli yapılar içtik
ne çalkandık gökdelen piramitlerden
ne küçümsedik kerpiç salaşları
marifet nerede bildik
hep bildikçe bilendik

kara bulutlar altında toplanan
helak edilmiş kavmin tuzunda
şimdi ne dersen de her doku
mahrepli sımsıcak çörek kokusu
siste hayalet yel değirmenleri
döner Sübhan diye diye
ah bulutları doğurur İnşirah dağı
dönüşür can kubbeler gezegenlere
çalkalanır görsen köpükler gibi
uzayın deniz yıldızları
melek ordusunun kumandanı Mikail
yağmurlarla rüzgarlardır zor sırdaşın
ne bahtlıdır sana dost olan
ne talihsiz düşman kesilen
unutabilir mi hiç Bedir ve Uhud saati
Hakk’ın yüce dostu aşkına
savurduğun abidevi endamı

ey koca elçinin göksel veziri
ey Tahiyyât ile şereflenen kişi
ummanlarca dalgalanan
bir sancak şimdi yürek
onu dikmeliydim aşka
tıpkı kamere bayrak diken
uzaylıların cezbesinde
hayır çok fazla daha ötesi
Mikail depderin iğne deliklerinden
geçirdi göklere sığmayan sır ipleri
tuttuğu kadarını tanıyabildi
aklımın fikirden elleri

4
sıvının sıvısı gaz ve gazın katısı sıvı
saf topraktandı Adem
kaburgalardan Havva
Hüsûf ve Küsûf ve Hârut ve Mârut
meleklerle namazlar kokteyli
dördüncü gün efsun kokan demlerdi

koku ve tat ve his körlüğü
pelte kursaklarda kimsesiz ahtapotlar
öyle bir şehir ki dördüncü gün
bereket sırtını dönmüş başaklara
araflı alınların yüzeyinde Yakaza
kaşmer yürek
yaramaz çocuklar sanki toprağın göğsünde
ilham olmak isteyince soytarılara
imparator argın

padişah tıpkı ölü deniz
bakınca boşluğun içindeki boşluğa
dalgalar kum fırtınası
sisten tarlalarda
efsun rayihaları
kartal kanatlı dinozorlar taraçalarda
fil hortumlu ejderhalarla savaşlarda

devriliyor gökdelen putları
yanıyor ceplerin kağıttan sanemleri
betonlar bahçeye dönüşüyor
buzullardan fışkırıyor volkanlar
çöllerde amazon ormanları
berzah alemini haykırıyor hayatlar
mecazlar uzayında
semboller ziyafeti
çığlık atan sessizlikler koleksiyonu
ezgilerden örülen
fosilimsi tuğlarda

meleklerden büyüler öğrenen şımarıklar
terörlerin emzirdiği
kancı töreler sonra
gelip çatacaktır kutsal pimanlık günü
zalimlerin cehennemi
mazlumların cennetiydi
umutma diyor yollar yolculara hey
asla çıkmaz raylarından
dikey adalet treyleri

5
henüz kesilmemiş saf sütten
emekleyen o gezegenlerden
önümde bir Samanyolu şöleni
işte beşinci gün ve Cibrîl saati
balinada Yunus geometri ötesi
sütunlar saçan filizkıranlardı
dizginlerimizde mermer Burak
bindik bir fırtınaya uçurumlar çiğnedik
İdris ve İlyas ve Elyesa denklemi
Zülküf dağında Zülkarneyn atlası

evliya duyuları sağır eden
zamanın Bedir kuyuları hüzün
yazgı yazıtlarında engerek hazanları
Musa ve Harun ve Kudüs fatihi Yuşa
fışkırır ruhlar şehrinde aşkın on nehri
öptüm ibibikleri kanatlarından
Cebrail cübbesinden arşa serildim
dua kılan adamlar silüeti
taçlı hatun gölgeleri mescitlerde
kabuslardan örülen tapınaklar berkiten
senin aziz suların benim yar saatlerim
selaların yankılanırken ki yetimliği
kazınsın antik alfabeler gibi
vicdanların şu hantal atmosferine

yağmurlu mezarlıklar kadar buruk
sağanaklar sağdık Cibrîl dostluğunda
yarılan kayadan çıkan mucize
selam Salih peygamber devesine
ihtişamlı Süleyman kuşları kursağımız
şerefli cennet komşuları birlik
müslüman cin kardeşler her yöremiz
yüzüyor göklerde bakır akrepler
yürüyor çayda çeyizlerle hacimler

Bermuda Şeytan Üçgeninde
devasa dalgalarla boğuştun durdun
Eyyub sabrıyla sağlam sütunlar diktin dilsiz
Davudi seslere karışan Lokman hikmetler
Ashab-ı Kehf duvarlarında yankılanan ruhlar
bir Üzeyir kılıcıyla doğranacak Gargatlar
kutsal cihad günü gelecek dile dağlar taşlar
irfanlar saçacak alim İdrisler
aşk yeniden kınına sığmayacak

6
ince evraklarda kuş tüylerinden
damlayan şifrelerin burcuları
ve altıncı gün İsrafil mevsimi
aniden çatıp gelen Sûr saniyesi
orada boşluğun göğsünde mimar çizgileri
burada dilim dilim yeşeren devrim
şurada mürekkep çiçekleri baygın

kırıldı kadeh 1440 yerinden
kırk yerinden çatladığı güne hasretle
Ad ve Semud ve Uhdûd ve Nemrud
Firavun ve Karun ve Haman ve Ebrehe
Sodom ve Sebe ve Eyke ve Karye
bir ses bir yağmur bir tufan yeter elbette
batılı anında yeryüzünden silmeye

denizlere fısıldıyor iyi adamlar
körfezlere kitaplar okuyor iyi hatunlar
anneler çocuklarını lifliyor
sobaların yanında ve naylon leğenlerde
güneşte ısınmış su bidonlarından
bakır tasta sevgi dolu zemzem sularıyla
ve koca Dicle kıyılarında
bölüşülemeyen tarla sularıyla
bilge Nil civarında uğruna kan davaları
bereketler ki paylaşılmadıkça hafifleyen

tenha heybelerde dargın boşluklar
Mesih mevsimi, Mehdi saati
İsrafil ile Sûr ki ney ile semah
evliya ruhların aşktan Kâbesine
çocuğun rüyasına şeref verdi Geylânî
mübarek kadırganın üstünde
levent bir endam
şelaleler timsali bembeyaz cübbe
sarıldı sapasağlam iç içe geçti kemikler
Hakk dostu meleklerin pak solukları
doldurdu tabiat odamızı

selam sana Gazâlî yürekli
asırlarca beklenen hayırlı postnişin
üfle Ahit burculu asalara
yeni bir anlam kat İsalara
öyle bir dönsün ki zemheri ilkbahara
Alemler Gülünün esansı
duyulsun uydulardan

TRUVALI HELİN

yüzün gökkuşağı / kader yağmuru
yüzün olgun aynalar sert duvarlarda
birikir mezarlar sarp doruklarda
saçlarında çocuklar saklambaç oynar
içerin nasıl da şarapnel çukuru
kalbin ayçiçeği / kök gürültüsü
kalbin harap mızraplar bağlamalarda

gülerdin Helin derdi dağlar taşlar
gülerdin / çöller göllere dönerdi
bir tenha küheylandı burağın arzda
kanadın kesilirdi altındayken
uçarcası gezerdiniz buzulda
gördü mü yerinde hiç duramayan
yetim yüreğim gibi uçuşurdunuz
Helin derdim / içini göğe kazırdım
Helîn derdim kışlarkuşlar kokardı

bakışların kızıl Mars tutulması
kanlara bulamışçasına hilali
kelebekler kükrer / palmiyeler üşür
tıslar tavşanlara çıngıraklılar
Truvalım bir ışığı çoğaltır durur
ellerinde masumluğun fil dişi
ellerinin kınasında çağlayanlar
ellerin nur ellerin nar ellerin

uzardın / kısalırdı zor mesafeler
uzardın gittikçe yeşeren Sırat sanki
kıldan ince kılıçtan keskin nefesin
can toprağında göz yağmurlarıyla
serpilen öyle bir lale ki kıdemli sevda
sultan zambağına çevirir sonunda
için / çığlık çığlığa erdenlik filizleri
için masumiyet günleri zamanda
gözlerin merhametin melikesiydi

Helin diyor poyrazlar kasırgalar
Helîn diyor deryada susuzluklar
göklerden serpilen karlar yanıyor
bağır kafesi yüreğe dar geliyor
gelseydin gitmeseydi bitmeseydik
tutuşsaydık ağarsaydık açsaydık
dağlardan püsküren lavlar üşüyor
özlem gayrı bekleyişe sığmıyor

SUSTALI USTURA

vahşi güzellik
yurt edindiği o sabıkasız yüzde kök salarak
püskürttü kalbi leylak
şehvetine
bulutsular çağlayan kör gecenin
oysa bendim taraçalardan süzülen duvak
bendim köpükten uçurtmalar çocukluklara
bendimi yendim
çiğnedim etlerimi güneşe serdim
bilendim dönüşene dek
sululuklar susuzluklara
bereledim tartakladım çitiledim dinmedim

katrilyon kameranın işte tam ortasında
insan insanı görmüyor artık Leydim
hızla giden arabalardan
hırsla uzayan lenduha betonlardan
derin korkularda kentin insanı
izdihamın olanca kaosunda
devamlı dualarda bilinçaltı
uğramamak için
hazla çoğalan azgın kaza çeşitlerine çağın

en tımarhanelik yaşında kurtlu dünya
soycular kadar soysuzunu görmedim
tırmandım, tırmalandım, tütsülendim
yaldızlı göklerin gölgeliğinde
kösnüyen bendim
Meteor Yağmurunda Perseid’in
göğsüme gömülecek bir yer beğendim

göğsüm ki tıknaz
kabuslardan arda kalmış donanma
göğsüm ki şahına kadar başkaldırı
zağlı yoldaşlar
zarplı boykotlar arasında

en felaket devrimdir inanan yüreklerin
aniden öpüşmesi roket sağanağında

oysa usturalar
dilsiz cellatlardı gözlerin gözlerimdeyken
birden susması bütün yaprakların

başlayınca türbendeki hışırtı
büyür döşümdeki sustalı

HÜCREME HÜRRİYETSİN

taşlı dar bulvarların
geniş gülüşlü saf yavrularına
düşünü çizmek senin
saçların lal gözlerin lal yüreğin
oysa vakit namlu
vakit tenhaya gebe
insan severken nasıl namuslu
ve ne çok dürzü
ürkek bir maralı
paramparça edip ardına bakmazken

cevherine en fazla cevherine
duru, argın, ceylansı
vurgundur oy kaşmer yürek
öğütlere uyacak hal değildir
ekmeğim, emeğim, tuzum geçmez
hıçkırırken kursağımdan
haşin celladından namert gurbetin
sızlanacak gün değil
vuruşacak zamandır

vuruşmak dürüstçe
vuruşmak şereflice dik alınlarla
korkak çoğa karşı cesur tek
vurulduğunu bile bile
mazlumlar aşkına siper almak
kitapsız vicdansıza
imansız yılanlara
indirmeden mertliğin façasını
budur onurluca yaşamak
budur bakışlarında
dağılmamın sebebi

bin yıllık su değirmeni
yiğitlerin kıraç damarlarında
tozan kadim candaşlık
Hızır duasıdır ninelerin ninnileri
öyle rahat sönmez sevda kandili
delikanlı topraklarda
çatmadan ecel nefesi
gevherine en çok da gevherine
yumurcak serçeler dolayayım
avluda dut
tandırda buğday kokusu koynun
sen hücreme hürriyet
ölsem ölmem bizi

KURŞUN TADINDA

göğsümden kopmak isteyen
düğmelerimin başı dumanlı
kavrulmuş kaynata ciğeri
kavrulmuş bebeler yokluktan
mermiler namlulara sürülmüş merhem gibi
haydutlarpusulara tünemiş sırtlancası
aldırmaz Rubjerg Feneri
yılların erozyonuna
hep mecalsiz denizcilere ümit
işte seni öyle sustum
asırlarca tamtakır kalmanın pahasına
kumdan kaleye
dönüştü içerim
tütünü sıvazlayıp koklarcasına
belalı bir puhunun
alnını okşarcasına
hovarda fidanları öpüp sararcasına

ağrım filinta yorgunu
bağrım nasıl da rıhtım
beklemekten habersiz yüreğini
karakteri tebdil kıyafet
bukalemun kurnazlar çağındayız
sürûrun, kızıl ve asi
sürûrun sapına kadar riyasız
nasıl söylesem
korkunç güzelliği uçurumların
bakışın çakır
bakışın çakmak çakmak
bir damlası yeter görklü yangına
mahrem gözlerinin
magmasında divane firari genzim
karadelik gibi derin
mahcup gözlerinin

kubbesinde köz köz izmarit izleri
yorgun Deve Hamamı
mazinin hayalet pusuna gebe
kasnaklar üzerinde canım sekiz köşeli
suyu devadır yüreğin gibisi
desteklerin gayrı dizleri tutmuyor
köşelerde uzaktan seven çocuklarcası
Fırat ile Dicleyi kendinde kavuşturan
dile gelsin Basra körfezi
gelsin ki şahid yazılsın
alın yazgımıza Anadolu

FOSFOR YAĞMURU

ölümler kokan Dicle yorgun
onca öç onca savaş onca acıdan sonra
çözülür Ararat
dağılır Munzur
coşmadıysan taşmadıysan aşmadıysan
bürünür sislere Turcel
düğün günü vurulan körpe gelinler gibi
gayrı figanlar bile kocadıysa
şimdi söylenecek en güzel türkü barıştır
şimdi yazılacak en civan gazel kardeşlik
kendini parçalar Mezopotamya
matemler düşmek ister yakamızdan
iki avuç arasında çaresiz
çömelmiş tüten yüreklere
vurgundur kahır

çetin imtihanların ağarmış toprakları
feryatların kültüre
dönüştüğü coğrafya
bir yazgıdır ayrılık buralarda
bağdaş kurmuş divanlara kadim garibanlık
işte böyle bir umman içinde nefesinin
izini sürmek asırlarca
mahsur kalmış susuzlar timsali çekiç çekiç
çağlar küheylan Fırat
süzülür nazenin Nil
kaburgamın mücevher kemiği sızlar
çatlar durur bir hasret
bağrın çakmak taşında
sevdanın yollarında ezilen emekçiler
birleşir ahraz boykotlarda
aldırmaz Leylâlara karşı

vadilere oyulmuş yetingen evlerde
Nebî hazretleriyle Aişe anamızın
kördüğüm vefaları
düşü delikanlımın
eflatunlar maviydi ebabil göğümüzde
hele damlasın sesin
ve sessizlikler bile goncaya durur
pekmezli karlara yumulur ocaksızlar
yeşerir kor çakılar haydarın bağında
durulmaz Karacadağ
kesilmez Van Denizi
evleri sahra basar
dinmez gönül kanseri

SATIRLARIN SADRINDA

ceylanın ırmağa uzanışıydın
başbaşa kalışıydık kuğuların
nereye gidersek gidelim hep
başka bir yerlede çok daha güzel
ömrümüzün olma ihtimalinin
verdiği çılgıncası o hicret hissi
göğsünde yelkovan sesleri

perili şatolar mezarlıklarda
fayanslarda beliren korkunç yüzler
tavanlarda kuzgun kahkahaları
şimşekli gecelerin cadılar kurultayı
iskelet kadehlerde
baygın kan şarapları
budur ayrılığın attığı düğüm içerde
gurbetimin ruleti

kalbin kendine sorduğu cevaplardın
bakışların dalarken uzaklara
dalarken; ummanda yunuslar sanki
ulu ruhlar nasıl da dalgıç
Kudretullah deryasında
sütunlar ki çile tuzundan mermer
mermerler ki tatlı sularda bronz
içlerin göklerinde
Kamançe figanları

suyun susayışıydın susuzlara
boraların dağılışıydın alabroslarda
güzeyler törpülerdin
suçsuz aşklar işlerdin çağalara
var olan O’nunla var
yok olan O’nunla yok
Allahsız ne varlık var
Allahsız ne yokluk yok
ölür gibi yaşar gibi bilirdin yakîn
tek bağımsız Sübhân

her şey bağlıdır kutsal iradesine
olmayacak olan
olmayacak olmayan
kadim sakinleriyiz kün bahrinin
içimizde kasatura sessizliği
jilet yağmurlarında
yüreğin yumruk gibi sıkılışıydın
bir düştük
uçtuk gittik

KIŞ DALGASI

boş kovanların
başı dumanlı boş kovanların
yayılır namlulardan
ağır tütsü
tütün tarlası ateşe verilmiş
bıçak sırtında denge
aynı tende iki can
alnımın çatında mermini taşırcasına
tutukluk yapmaz yürek
kralına değin vurgunsa
sedef bulutlar
niyaza durur

uzaktır türkümüze
uzaktır bir başına neşemize
pistonlu müsteşarlar
banknotun baronları
kıvraktır Cânâ

omzumuzda ötüşen ebabiller
filinta tetikler ki
el pençe divan önümüzde
aygındır bazilikan
camilere dönüşen
tapınaklar baygındır gülüşünde
yalın ayak sabiler
koştursun ensemizde
fukara sevdam
kıbleye dönsün
öpüşür fişekler göğün göğsünde
fişek yatakları yetim

ve çakırkeyif güllerin dansı başlar
seni karanfil dağında
nazenin bağımda seni
sarıldın mı hakkını verirdin
cengaver sevmelerin
aynı tende iki can
erimek mısralarca
can küskün can hükümlü can zemheri
nereye göçersen göç hep aynı
fezayı soluyacaktık
buz tutar dalgalanan visalimiz
dişlerin Albatros
seni deniz
beni kan tutar

VATAN MARŞI

bir vatan özlüyorum
yere düşen ekmekler öpülsün başa konsun
çocuklar akşamları sokağa çıkabilsin
bebek gülüşleriyle gecemiz de şenlensin

bir vatan diliyorum
şairlerin emeği zinhar boşa gitmesin
kentlerden köylere göç yoğunluğu yaşansın
ağaçlar, hayvanlar, insanlar katledilmesin

bir vatan istiyorum
kimse aç, susuz, evsiz ayazlarda kalmasın
yetimhanede yetim canlar unutulmasın
kimsesiz ihtiyarlar aranılsın, sorulsun

bir vatan susuyorum
fırsatçılar el-Mâlik mülkün stoklamasın
ahbab ahbabı aldatmaya kafa yormasın
en güzel uyanıklık; masumluktur, bilinsin

bir vatan arıyorum
tüketim değil üretim yaşam tarzı olsun
herkes helalinden evine ekmek götürsün
insan insanın namusuna göz dikemesin

bir vatan seviyorum
faizden, kerhaneden, hırsızlıktan kaçılsın
kumarın kurumları vakıflara dönüşsün
kimsenin kızkardeşi mal diye harcanmasın

bir vatan ağlıyorum
devlet kapılarında analar ağlamasın
kan davaları bitsin; yiğit zalim olmasın
şeytanlara kölelik devri sürgit son bulsun

bir vatan soluyorum
dürüstlüğün, doğruluğun rüzgarları essin
iyiliğin, güzelliğin ayçiçekleri yeşersin
bencilliğin, kötülüğün hep nesli tükensin

bir vatan kazıyorum
kalplerin kalplerine çakısıyla hikmetin
kardeş kardeşe namlu değil kucak uzatsın
sıvasız hanelerin bağrına matem düşmesin

HİJYEN NÖBETİ

ejderha kanatlı dinozorlar
dev yarasalar gök denizinde
haykırmak isteyip de
hakıramayan feryat
çatlatır duyuları gümbür sessizliğiyle
ruhlarda parazitler
savaşta akyuvarlarla
vuruşur kuzey ışıkları obur karaltıyla

çarpışır sürüngenler
toprağın döşeğinde
lavdan kıskaçlarıyla cehennem akrepleri
cennet yengeçleriyle
göğüs göğüse keskin
zakkumlar ihtiyatlı duyargaçlarda

dekor seyelânında
hipnotizma notaları
okyanus evreninde uzaylı ahtapotlar
dans eder terörden fener balıklarıyla
Hevsel cennetinde süzülen şahinler
öpüşsün seher rüzgarıyla
nefesi ciğer kokan çocukluklar
uçuşsun yokuşlarda

bir ben ki bendedir bende benliksiz
bir sen ki sende sendelemez sensiz
rengarenk denizatlarına
biner düşlerinde çaylak yarışmacılar
pamuk şekerlidir bulutlar
suçsuz güzbatımında

rahipler manastırda hep ortaçağ
ruhban kült tüccarları gibi ortadoğumun
savulun pasaklılar, hijyen sırasıdır
Meryem gülüşlü kızların
Muvahhid Devrimi yakındır
tenyalardan arınmış doğallık zamanıdır
sadece Saadet Asrı tütecek olan
bakterilere ölüm
antikorlara doğum

TOPKAPI SAATİ

Payitaht Güllerine ithafen…

I. Avlu

yağlı kementler
zağlı Cellat Çeşmesi
şifreli usturayla kazınmış suçlu kelle
Saltanat Kapısında adaletin sergisi
bazen semiz günahın
işte Saray-ı Cedid
bir cin mezarı gibi ürkünç Aya İrini
çevresinde nazenin saray atölyeleri
Bâbüsselâma durur
iki büklüm cevherim
Fâtih’in yadigarı günler yâdıma gelir
yalnız Hünkar yontları
sığar bu mert kapıya
arşivlerdeki kadar civan
heybetin vücut
buluşuydu Bâb-ı Hümâyun
yüreği açıktır zulme uğrayan herkese
mazinin fettan
günün pişman
mazlumu olsa bile

II. Avlu

işte Divan Meydanı
ulûfeler yağdırtan kadim cömertlik
galebe divanlarında
başlar zarafet gazâsı
parıldardı avluda Sadrazam kavukları
Adalet Kulesi tavlı
Divanhane yoluna
konmuş öter selam taşları
lâyihalar sunulu arz odalarında
sallanır adaletin kılıcı
Adalet Kasrından mahcup boyunlara
salınır zülüflü baltacılar koğuşunda
saray mutfaklarında
Akike kokuları
Sancak-ı Şerifler serdarlara
yeni teslimleri bekleşmekte
Saadet Kapısında

III. Avlu

dört burmalı sütunlar
Baldaken tahtlar aşkına
Enderun avlusunda Has Oda nağmeleri
Mukaddes Emanetler
sığmayacak kadar görklü engin yapılara
işte hazine köşkleri
kale içinde kale
gönül dibinde gönül

Arz Odası önünde lezzetli şırıltılar
fenerli tercümanlar üstünde
çevik Saltanat Tahtı
sedeften, fildişinden
işte Enderun kütüphanesi
nakış nakış külliyatlar dizili masum
dolaşır Fatih Köşkünde cesur yankılar
terütazedir henüz

Yavuz Sultan Selim mührü
firuze mücevherler
mücevherden vitrinler
gürül gürül şamdanlar hazine koğuşunda
Harem-i Şerif puşideleri
aydınlık bir karanlığa boğar ipekleri
şadırvanlı sofalarnasıl da bebek yüzlü
ey kapalı kapılar açan
bize hayırlı kapılar aç

Kuşhâneler ambale
aynalı tonozlar ihtiyar şimdi
hükümdar sediriyse
dipdiri Sultan Murad’ın
gümüşler üzerine altın yaldızlı
Kilerli koğuşunun
iç çeken kaşlarında
emek kokan çehreler belirir durur
padişah portreleri hazan

payitahtın özüne
kıvrılmagünüdür
toprağın sözünden çıkmayan gülün
toprağın sözünden çıkma günüdür
duyabilen ruhlara
haykırıyor Peygamber kılınçları
çöken yıldızları çeken kara deliklerin
gama ışınlarında
tarihi bükme vaktidir

IV. Avlu

çift sıra sütunların
engin revaklara dizildiği antik bahçe
dile gelir Mermer Sofa
güzü güzideliği güzelliğiyle
Erivan bergüzarı
Revan köşkünde tinler
yâr sekizgen köşeli
salınır Bağdat köşkü
aşkın topraklarında
çinilerin döşünde
nabzı atar tevhidin

eyvanlardan pencereler
fırlatır ateşten oklarını
narin sevgililerin masum bakışlarınca
nişler elpençe durur
ceylan derisinde ince nakışlar
ve aniden uçacak
gibi kuş figürleri

tombak kafesli top askı
gümüş yürekli mangal
İftariye Kameriyesinde
hazin besmeleydin
için dört mevsim
mahzun mehtaplık
bense Sofa köşkünde
Osmanlı rokokosu
mücadele yıllarının
hüzünlü payitaht sokaklarını
birdenbire hatırlatan

Mecidiye Kasrında
tütünler sardım tüttürdüm
ufuklara bakıp maziye daldıkça tüttüm
kuruyup çöle dönen bir göl gibi
kalbim nasıl da Aral
nasıl da hasret güne
omzumda damgalı neslin aşı izleri
ruhum sığmaz ruhuna
Haremi canhıraş bir gazelseli basar
aralanır Cümle Kapısı
matemli nefesler yüzer
Veliaht odalarında
pencereler içinde nezih çeşmeler
oluk oluk kan kusar

HÜMA MEVSİMİ

mermilerden bir tesbih
çeker yorgun yüreğin
alınteri karışmış fağfurlarda
atar ecdadın nabzı
bizi böyle derbeder bırakıp gitme Hüma
bizi uçurumlarda
böyle sarkıtılmalık
sen ki zayıf kuşları yutan yırtıcıların
korkulu rüyasıydın
kadim amazonlarda
tiranozorlar gezer antik kayıplığında
bizi böyle fersude
bırakıp bitme Hüma

sen ki cennetin kuşu
kuşların melikesi
berrak kanatlarında ehvenlerin ahseni
boya gökkuşağına
uçuştuğun gökleri

körelmesin rengarenk ıssız umularımız
vaktin ihtiyarında
yetim ve garibanız
vaha içinde sahra içinde vaha içre
kısraklar bünyemizde
koşturur yarım kalmış şanlı tarih timsali
bizi böyle umarsız
bırakıp ötme Hüma

tozu dumana katan yıldırım toynaklarla
kalkan gibi bilekler
kopan tekbir sesleri
vadilerden akın akın çağlayıp da coşan
muvahhid nefesleri
tevhid türküleriyle
dalgalanan depremler
akışan fırtınalar tamudan kanyonlarda
gidişin kıyametim
bizi böyle kabristan
bırakıp gitme Hüma

ÜÇ VAV

içten içe çürüyen hınçlar
karaya vuran deniz kabukları

evini can yoldaşı edinen
yoldaşlarına göre şekillenen
vefalı keşiş yengeçleri kalbin
içim nasıl da kazaziye

üç vav gibi birbirine kenetli
bir gezegen olsaydık seninle
aksaydık kendi yörüngemizde
sevdamızın meyvesiyle

daireler aynalar birbirine
yuvarlaktaki kadim sır
semahların cezbedeki esrarı
vurur rıhtımlar denizlere

dönüşler geçer durur kendinden
tekrar da bir varıştır bilenlere

duruşlar da gidiştir bil
gidişler de duruştur bu dergahta
akışlar da yüzüştür gökte
yüzüşler de akıştır suda

susuşlar da susayıştır çeşmede
susayışlar da susuş çöl gölünde

kenetleniş ne büyük yolculuk
benlerin eriyişi adeta
biz labirentinin karanlığında
bir karanlık ki baştan ayağa nur

aklın şimdi dönen bir topaç
çıldırışların arenasında

şimdi en emin liman vicdanındır
ve sığın dur sığmayana

bir an saati durur şimdilerin
toplanır çemberlerin sofrası

SİYER MEVSİMİ

asıl şimdi ıssız
Tihâme çölleri
âlemi bağrı yanık
bırakıp gittiğinden beri
sadıklara şahid
Akabe körfezi
şahid peygamberlere Usfân vadisi

acı Tifle kuyusu
tattığından beri mübarek yudumu
yüzyıllardır nasıl da tatlı
bir de göklerden bak Mescid-i Haram
nasıl da atan beyaz bir yürek

kalbim Şuayb mağaraları
fışkırır içimde on iki pınar
çağıldar sesinde
mazlum on iki imam
ham taşlardan bir Musa mahareti
vadideki sunak

dağlara yontulmuş heybetli evler
şimdi bir mezar gibi miras ibret-i aleme
kurudu tapılan Eyke ağacı
kahroldu yedi fal okları
yerinde yeller esiyor putların
şimdi bir mezartaşı Petra

yeşil demirli cami pencereleri
zıvanadan çıkarmaz aşk kendini
Busra serinliğinde
hacılardan gelen esans kokuları
çağın erdemliler sözleşmesi

saraylar sarayı Nur Dağı
tahtların tahtı Hira
bizim kahramanlarımız
pelerinli değil sarıklıydı
zırhlı değil cübbeli
sonuna kadar Rabbine güvenen

Ahbeşeyn Dağının
Ninova Cinleri
alır Resulullah duası
Mirac kokar rüzgar
vadiler, koylar, semalar

sırlar sırrının beşiğinde
aşkın son sedirinde
gönül gördüğünü yalanlamadı
gönül gördüğünü yalanlamadı
gönül gördüğünü yalanlamadı

Biat Mescidindeki kadim tablet
kadar yetim şimdi yorgun yüreğim
girdiği evi mabed kılan adamlarca

yükselen çadırlar aşkına
çalkalanır Kudeyd vadisi
sevilmekler boy atar
böylece kazandılar
alemlere rahmet güle
dost akşamlayanlar

selam Uhud dağına
selam Fuad Dağına
selam Bedir kuyularına

yetim bir hüzündür Ebvâ
serilmiş soframızın göğünde
dokunaklı Ayneyn tepesi

umudun yorganına
sarılan yüreklerde
Takva Mescidinin sarsılmaz ilkliği

yetimlerin en güzeli
satın almış arsayı iki yetimden
Mescid-i Nebi için

Hakk hükümranlığına
ne muhteşem bir bürhan
Kıbleteyn Mescidi

gazveler ve keşif seriyyeleri
sadakatin başkenti
gazâ meydanlarıydı
aşkın kâbesi
komutanlar komutanı Resulullah

toprağa düşen
bir kozalaktan
kocaman bir âlem yaradan Allah
tarifleri aciz bırakacak kadar
sonsuz büyüktür

akın akın melek ordularının
indiği görklü zirve
dile gelsin de sarsılsın göğümüz
Rabbini zikreden rüzgar sesleri
görsel bir ziyafet kum taneleri
Arafat kokan
Üveys hırkası
şahlandırır gurbetlerde hasreti

abdullahların kökten doğruluşu
haccac-ı zalimlerin elim sonu

kadim bir sancaktır Ariş Mescidi
vakarlı minareleriyle
hatırlatır mübarek şehadet parmağını
heybetli hünkarımızın

Uhud dağı sever bizi
biz de Uhud dağını

insan bir dağla kardeş olur mu hiç
kardeş dağlarımız var bizim
kardeş ırmaklarımız
kardeş yıldızlarımız göklerde

dosttur cümle âlemler
daim Hakk dostlarına

haykırıyor çağın abdullahları
okçular tepesini terk etmeyin
kanmayın o deccal saatine

işte aslanlar gibi Hamza Mescidi
üfler durur sırlar sırrını
hurmalıklarda şehadet kokusu

kırılır Fadîh beytinde
bütün şarap testileri
düşer Marid kalesi

Ahzab gazvelerinde
bir yokuştur yaşamak
hendeklerde akan cennet rüzgarı

korkudan ağza gelmiş kalpler
düşmanın kalbine kazınmış panik
Safrâ ile Bettâr en önde

bir anıt gibi yükselir Hudeybiye
mazinin mübarek sesleri
uğuldar sımsıcak atmosferinde

selam olsun biat sıddıklarına
Necaşi ve Haris ve Münzir
Umman krallarına

boyun eğen hükümdarlara selam
ve başkaldıran
firavunlara lanet

efendimin rahmet mektuplarında
oysa felah reçetesi cihanın

mübarek mancınıklar
ne sanatsal deşmişti
siyonist Hayber surlarını
bir nefhada sevinen hurma bahçeleri

göklere yükselen sancak
yankılanır Mûte zaferi

Zeyd ve Cafer ve Revaha
rahmet eylesin Rahman
ve işte Seyfullah orada
ellerinde dokuz kılınç kırılan

hüzünlü Uhud gününde
hakikatin safında olmak ister gibi
vuruyor hakkın hasmına

Diyarbekir’in Süleyman mabedinde
yüzyıllardır akan bereketli sular
Halid’in şehadete olan
cezbedar sevdası sanki

dönüp dönüp vuruşanlara
tozu dumana katanlara
selam hak için durmayanlara

Kureyşliler sana verdikleri
sözde durmadılar
seninle yaptıkları sağlam
anlaşmadan caydılar

kınından sıyrılmış dolunay
gibi şakıyan zağlı kılınçlar

uzaya uzanan bir sancak sanki
mübarek fetihle Mekke
serden geçmiş beş birlik beş koldan
akıyor cihad nehri
mükerrem sokaklarında

işte aşkın asâsı
işte devrilen yüzlerce sanem
çünkü bir kez geldi mi hak
bâtıllar yokluğa
mahkum daima

cahiliye adetleri
şerli kan davaları
saptıran cümle bidatler
şimdi kutlu ayağın altında
şimdi aşka her yatsı Kadir Gecesi

bir çığlıktır Huneyn vadisi
civarında bir avuç ashab kalmışken
bineğini gavurun üstüne süren Resulullah
O ki alemlerin en cesur Abdullahı
bir ay mesafedeki
düşmana korku salan

kalbini tam kaplamış Allah sevdası
aşkın evine dönmüş cihad meydanı

mübarek avucunda
gülleye dönüşen çakıl taşları
yağarken üzerine düşmanların
savaşın seyrini
değiştiren mucize

aşıklarını yalnız bırakmaz Hakk
iniyor görülmemiş melek orduları

zaferler zaferleri kovaladı
kınından sıyrıldı Huneyn Günü

ne güzel bir şahid Hüda Yolu
ne şanlı bir fetih Taif Fethi

cesaretin nişanesi Tebûk Gazvesi
esaretin hengamesi bitmekteydi
putları patlatma seriyyeleri
bir öğüttür şu çağdan bu çağlara

bir peygamber bir sıddık ve üç şehid
Salih’in kentlerinden geçer iken

konuştu Rabbini en çok seven
Yürek hazretleri
“nefsine zulmedenlerin yurduna
ancak ağlayarak girin ki
onlara isabet eden musibet
sizlere isabet etmesin”

kaybedecek neyin var
zincirlerinden başka
ey çağın müslümanı
işte Saadet Asrı
işte zekat memurları
işte adil yasaların yargıçları
kılınçların gölgesinde gör orjinali
gör olman gerekeni

Sevr mağarasında
örülen ankebut ağlarının
üstünden henüz on yıl geçmemişken
kadim İslamiyeti
koca Arab yarımadasına
hakim kılanı tesbih et

Sevgililer Sevgilisi ki
unutma vefat vaktini
maziden son anlarına değin
damarlarında dolaşan zehri
yine bir yahudi etlere zerk etmişti

suya dalan mübarek eller
kademli vechine sürülen
ölümün sekeratı vardır ölümün
mukaddes yolculuk nereye
Er-refîki’l-a’lâ!

kim Rahmân’a tapıyorsa
bilsin ki Rahîm ölümsüzdür

evet Hû gitti
ama sünnetiyle yanında gibi
hicrî 1440 yerinden
Hakikat Medeniyetinin
emin yiğitlerinin

ölmeden ölmeyenler
dirilmeden dirilemezler

BEHRAMPAŞA

muhteşem Selimiye benzeri mimari
Mimar Sinan üstadın ustalık eseri

sekiz sütun gövdesine taşlardan
birer kördüğüm atılmıştır sanki

kimsesiz Suriçi’nin dilsiz sokaklarını
bir şölen yerine dönüştüren incelik

eksik olmaz rahmetli avlusundan
çocuklar, kediler, kuşlar, böcekler

gelin bir de buradan izleyin gelin
haşmetli İslam medeniyetimizi
karnaslarda Süleymaniye ihtişamı
kitabelerinden belli Sahabe şehri

minberinin külahı çiniyle kaplı
kapısında bir şaheser su mermeri

satranç kufiyle yazılmış dört koldan
semah eden Habib-i Kibriya isimleri

kuvarsı cezbede kendinden geçmiş
İznik çinileriyle kaplı kadim duvarlar

mihraplarında saflığın ülküleri
kara bazalt taşlarından bir şiir sanki

saçı örgülü yıldızlar iç mukarnaslarda
döşü geniş kubbesiyle muntazam estetik

metafizik gerilimler tozan ışıklarında
vakardan metaforlar dimdik sütunlarında

sekizgen yapısıyla; hazin yalnızlığıyla
âlî devletimizin bir türbesi gibi şimdi

diktörtgen boşluklara dolan yaşamak azmi
ecdadın ervahını hissettiren külliye

geçmişle geleceği buluşturan bir meclis
Mimar Sinan’ı Şeyh Galib kılan taş üstünde

kalbi Dicle diye çarpan bahtın rüzgarında
bir çizgiydi bulutlardan Behrampaşa Cami

ÜLKÜMÜZ DEVRİM

genzimde bir sergüzeşt
koynumun merkezine kadar kıvrılan
kanırtan hınzır hevesleri
sisleri tırmalayan haylaz açelyalar
sensizliğin biz kokan kıyametiyle
aşka hadım edilmiştir

içimde açılmayan mühürlenmiş mektuplar
yağar tırmalarcası sandukamın kürküne
gençtim kısrakların
toprağa hazla saplanan toynakları kadar
gençlikten burağanlar biriktirdim
yatağanlarla doğrarcası
kara kutusuna kadar ciğerlerimin
vurulmak neymiş bildim

mahralarda sahralar uzanıyor
dünya kıyameti sonuna kadar hak ediyor
çırılçıplak armakçılar
kirletirken oğuzluğun hisse senetlerini
dosyalar artık yırtılmak içindir
yargılarından habersiz yargıçlar
şimdi haksızlığın ayetleri

akıyor budunlar sokaklarında evrenin
kurganlar artık çöküşlere mahkumdur
kutaylar kervanlarda
yeni bir cihanın rüyasını çığırmakta
bilge taşralardan
çaylak şehirlere ihtar

orada bengi yaşamaklar
burada tadımlık yalnızca
çocuk sevinçlerinin koşturduğu evlerde
ölümlerin o yetişkin ağır
kulak zarlarını sağır eden
şimdi suskun çığlıkları dolaşıyor

öyleyse acısını dindirmeli vahşetin
bir yağız hünkar korkusuzca
herkes beklenenlerin
peşinde aynalara bakamadan
imgeler alışıktır kırılmaya farlarda
pusumda aşiret bozkırları
güneşin yerini tutar

kozmosunda fantasmalar
bir gökçe hicret kadar mevzi tutar
sarıklara havlıyor kanişler
yağlı köy sabunu kokmuyor yaşayan leşler
kentlerde ceset nehirleri
yıkılan köprülerden
örülen duvarlara üzülme sakın
körpe labirent olur
buldurur birbirimizi

kavganın gümrah memelerinden
yaralar emzirdik hep yoldaşlarla
kaslarımızı gırtlağına değin sıkıyor
kol muskası pazıbentler
can evlerinde tamudan yuvalar kuran aşk
palazlanıyor çıngarın
kanla sulanmış tarlalarında

ülkümüz devrim
insanlığı hunharlığa neşter kılan
huylanan döl döşekleri
doğumun görklü kuzey ışıkları altında
yepyeni bir doğruluşa gebeydi
çapa yapan kadınlarıngölgesinde
ter bezinde kundaklar benim yerim
ülkümde devrim
yıldızlı geceye dönüşür sevgilim

ipiltiler esintilerin
kanına karışıyor ıpıslak ıslıklarda
tezgahlarda işveli ciddiyetler
ne denli serpilebilirse som kapanlarda
o raddeye kadar kuşmar
dağılan nazenin saçların
tellerinde yürüyen cambazlar cudam
betondan putlara tapan
çinko patronlarla haşrolan

pazen entariler yağar militan ruhlara
dindirmek için hoyrat hırslarını cevherin
işte küstah yürekler
mutantan recimlerini kör emperyalizmin
boğazlamaklar için birikiyor
ülkümüz devrime kıvrılıyor
devrimlerimiz ülkülere
türkülere birleşen düşlerimiz
lügatlerde sevmekler
yeniden tanımlanıyor

durun ve hayatla yüzleştirin çehrenizi
oysa haylamaz dibine açan hiçbir domur
huysuz langustlar
pavkırışlara boğuyor yeröteyi
tıpırtılar tıkırtılarla sevişiyor
tenha kaldırımların damsız yalpılarında
fısıltılar boranlarla
can kırıkları karıştırıyor damarlara
kalın bıçaklar kesemiyor ince tülleri
karıncalanıyor ergen yerlerin
yaşlanmayan gözlere küflenmek yasak
işte hipnoz edilmiş metropol köleleri
tiryaki egzoz dumanlarına
özenti vitrinlerde hep janti sömürgeler

bir fiyasko gibi geçenlerdir
sokaklardan caddelerden bulvarlardan
onlar asıl kazananlardı
panjurların satır arasında oksitten
mısraları sökebilen şairler
besteleyecek tutunamayan galipleri

kapitalist yaşayıp komünist küfredenler
rezaletsel rüsvaylığa mahkumsu
sustum susulacak ne kadar kağnı varsa
mecnunlar yüreğini tükürüyor sahraya
düşlüyorsun eriyene dek beynin
kaynayan bir kazana dönüyor kelle tası
ışığa yumruklar attıran sendin

zarfında güzbatımı fırtınası
taraçadan süzülen matruş papatya dansı
kardan çocuğa döner cıvıldayan nefesin
aynaları sırlayan cıva gözlerin kokar
çakılır vidalar derisine şehvetin

gün gelir ülkün de devrilir
türkü çığırmaya başlar devrimin
değişmez sandıklarından doğar ilk değişim
alaturkalar alafrangalaştıkça
dumura uğrayacaktır çağdaşça
şen olası raconlar gereğidir

kan damlaları birikiyor kum saatinde
tütüyor fişek tarzı miğferler
dünya kıyameti sonuna dek hak ediyor
bileniyor delişmen pençeler

PALAMAR

en tatlı yerinden başlıyoruz acıyla
uzun bir dostluk için tanış doğmaya
tüneller geçiyor ufkumuzun
suyu alevcil raylarından

avucumuzda elmastan cellat baltaları
kafatasları akıyor damarlarından
kendine bile hayrı olmayan şıllık şehrin

gül kokuyor çekiç sallayan yumruklarımız
madrabaz bir duvarı yıkmak isterken
ruganlar ve urganlar dans ederdi

babam mermere vurur ıslak takunyaları
saçlarında abdest sağanakları
bakır yapraklar dövüşürken rüzgar anneyle
habbeler bostanına serpilirdi

şehvetle kovalıyor hırslarını
sırtlanlar ceylan derisi koltuklarında
işte inanan imansızlar
birleşmemek için birbiriyle yarışıyor
yaralar fışkırıyor yerküreden
yanar lavlar püskürüyor insan dağlarından

ergenlerin ezdiği öksüz bir kızancası
kızgın mızraklar girip çıkar
kaba etin sinirlerine sivri ve ince
sonrası yongalı çelenk taçları

vapurlar kaçamıyor çünkü palamar
kıyısız pektirendazlıkla
ayrılmak istemiyor artık hiçbir kıyıdan
hiçbir iskeleden hiçbir limandan hiçbir

şarjörler şarj edilemiyor
şırıldayan damarlarımdan iğneler söken
kendim kendinden geçemiyor

oysa banklar bankalar banknotlar yakarak
fırlatıp boyun bağlarını denize
gömleğin ilmeklerini koparırcasına
devasa bir gökle içten sevişmek isterdim
iliklerime kadar tefekkürler kokturan

semalarla aramda semahtan bir palamar
feleklerdir benim uçurtmam
kendisi uçmayıp içimi kökten uçurtan
sonrası ardınsıra Roda

MEZARLAR MEZARI

her gün yeni bir başlangıç
eski günahlar ödevine

bir ödev düşün ki verilmeden alınan
ısrarla ve hevesle ve hiç usanmadan

işte öldüğünün farkında beynin
farkındalık sergileyen sinir uçları
kasları kasılıyor solgun cesetlerin

tabutlar, fetüsler doğuruyor
sıkışan gazlar ses tellerini okşuyor

dinle kalbim, ölüler bağırıyor
toprağın bağrında organlar çürüyor
iskeletler, dağılmaya başlıyor

üzerinde kemirgen bakteriler
seni sana senle sende hatırlatıyor

her dem yeni bir başlangıç
olabilir istersen gerçek başlayışlara

ruhunu gümlet yaşamak istercesine
cesedin patlamadan

tek bir fırsatın var eni boyu tek
iki gün bitti ve elde var bir

anla kalbim, son gün, iyi değerlendir
dünya ki, aşkını kanıtlama arenası

kuzu postlu kurtlar mağdur sürülerde
kellelerden kuleler dikmeni bekliyor

kabirlerin gömüldüğü kabirde
aşklar, nasıl da kendinden geçiyor

kemiklerden sıyrılan iliklerin canında
çarpışan kudret mührü Hakim’in

şahdamarını yepyeniye çağırıyor
dalgaların yerinde duramıyor

YENİLGİYE MERSİYEDİR YENGİMİZ

şimdi kimsesizliğin anıtı Gököz irkintileri
Şehzade Mustafa türbesinde asırlar deviren yas
yüzyıllardır ağlaşan Ulu Cami şadırvanında
hüznün gözyaşlarıyla alınan mahzun abdestler
külahtan kevsere inen cayır cayır katreler
her taşlığı başka bir matem şölenine dönüştüren
şimdi ne desen gecikmiş bir Muradiye saati
fildişi kaftanları aşkına hassasiyet müzelerinin
sıyrıklar hatrına; börklerden kubbelerin iliklediği
ve toylarda oylanan güneş yüzlü hükümler
tuğrul ruhlu, akın yürekli hünkarlar hayratına
öyle bir hû çek ki bağırdan; dem-i devranı deprem vura
zülfikar imanlı yeniçeri gülleri yeniden soylana boylana
“baş üryan, sîne püryan”gayrı kılınç kınına ziyan!

oysa tam burada; çınarlara, çimçeklere karışmış çiniler
buçuk kalmış rüyanın uykusuzlarını çağırmakta ısrarla
mükellefiyetler, muvaffakiyetler, mazhariyetler
berhudarlar, alemdarlar, mihmandarlar mahareti
aleyhtar çoğunluğa yeter güzelliğin azınlığı mümtazlar
akıncı canlar bilge hakanlarını bekler fetih meydanında
o vakit gün sizin gündüzünüzdür ey Müstahzar
gayrı geç ey Muhafız, bahadır ruhlar ordusunun başına
serden geçer gibi geç kaçınılmaz kader eyerine
yan bakmayasın; ne sağa ne sola
işte düşman Gargat ehli karşında
vur pençeni Kahhar aşkına, şenlensin çelik bilekler
vur mazlumlar hatrına vur, dile gelsin dilsiz gökler
yamalı sandukalar, ihtiyar revaklar hep seni
hevesi kursağında döşlerin burnunda tüter nezih kalbin
dallarında kandillerle duada Emir Sultan hazîresi
ve Geylani hazretlerinin sevdası muska bağrında
bir mezarı bile olmayan medreselerin buruk hayaleti
karabasan celladı olup çökerken sılamızın boynuna
gürbüz gürzler, mahşerî marşlar devri gelmiştir
şahid İznik surları, şahid Bursa kalesi
ikbalin aynasıdır Osmangazi nahiyesi
derviş nehirleri ummanlara delta kılan esrarı vefanın
coşsun da taşsın Oylat şelalesi gibi hararetler üstüne
fetretin bitiş mührü Yeşil Külliye
muştulasın müstakbel meşalemizi

RÜZGARIN KALBİ

kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ
kasımpatılardan doğma entarinle
çalı kuşları konardı dallarına
anadolu buğdayı kokardın sevdayla
bağlamalar dar gelir gönül teline
saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ
kuzgunlar dönüşür üveyiklere

yağmurun çocuğu Pokut yaylasında
bulutlardan bir deniz önündeyiz
uçurumda uçurtma rüzgar yüreklim
ruhunu sal eyleyip uçacak sanki
avcısını bekleyen hazine gibi
ezilir bakışıyla kursak çimleri
yeşerir kuru kütüklerde filizler

evrendin özündeki canlılara
kuşatır damarların dünyaları
günde yüzbinlerce kez atan kalbin
nasırlı ellerinden belli azmin
gönül ışımakta gönlünü Dilbâ
harab kentte bağrı dökük bina âşık
cerrahlarda bulunmaz reçetesi

kurnalar, kandiller, dağ yılanları
fırtına nehrinde kağıt gemiler
derin ormanlarda ay kuyuları
adamın gönlünü göğsünden söker
kurnalar, kandiller, gece suları
bu dermana bir dert yok mu Dilbâ
bakışların deliyor değdiği yeri

kuzgunlar dönüşür üveyiklere
saldın mı saçlarını poyraza Dilbâ
bağlamalar dar gelir gönül teline
anadolu buğdayı kokardın sevdayla
çalı kuşları konardı dallarına
kasımpatılardan doğma entarinle
kışta açan çiçekler gibiydin Dilbâ

İSTİKBAL GAZELİ

doğrul, çığ gibi çökse de cümle gökler tepene
cehennem olup kudursa zemîn, zinhâr düşürme
mübarek sancağı çek, Allah için çek göndere
kulak ver, şühedâ kefeni dipdiri toprağı dinle
irkil, köklerine dön, dallarını sal ğarîblere
sal, huzurla yatsın ecdâd, sal en tekin sipere
habîb için sal; vatan, bilsin ki emîn ellerde
durma; nerde bir yara görsen merhem ol fevkine
dikil; senden de olsa dikil, zulmün üstüne üstüne
yurduna sahib çıkmayana sahib çıkacak yoktur
işte İslâm kıtası, kahrına taşlar, ne çoktur

yürü, yol yürüyenin, kuşan, pusat giyenindir
kısrak binenin, söz diyenin, erlik erenindir
sen çakıldıkça makber mazine dar gelecektir
diril, Allah için diril, mazlumlar mahşerindir
toplayacak cüzleri, hilâlden bir sûra, üfle
dönsün özüne vücûd; uzuvlar, gelsin dile
yapının tuğlaları kaynaşsın tâ temelinden
vaktidir, yetîm ümmet, taşmalı beytinden
yüreklere; mabetler îmar et ki, yürekten
azmini hiçbir pusu çevirmesin emelinden
ey şehîdoğlu şehîtlere her gün şâhid kesilen
yetmez şehîdoğlu künyen; savul zincirlerinden
sen ki üç derya üzre bir seccade; Anadolum
çınlasın zerrâtında -sâde Rahmân’a kulum-

durumdan değil safından sorulacaksın, etme
boğazla güdümleri, müslimsen haykır merdâne
nisyandır tercih zulmeti şerîat kamerine
eğil, ancak rükûda, cân ver, cânânı verme
kıyâmete dek yurdun; çiğnensen de çiğnetme
ey Millet-i Muhammed; dön Hakk’ın devletine
dön, Allah için dön, çehreni dînin hükûmetine
silkin; silkinmeyenler seyre pek müstehaktır
davran, değil mâtemler sana rövanşlar yaraşır

ARASÂT DEMLERİ

1
ellerinle yıkanırdı sebiller
buyrulduğun günden beri torpağa
dinmez cihanın şükür salâtı
semavat ruhunun yolunu gözler
müstakîm
ayinelerin sürmenelerinden süzülen
mutmain
Rabbinden razı yetimler gözlerin

martılar kahkaha koparır mücrimlere
kaldırımlarda kibrin ayak izleri
kasvâlarda bir çöküş
nasıl da belli yerin
pahadan müşterisi bulunmayan
çalımlı binaların içindeki boşluk içim
tarifi meslek sırrı
Edebullâhtan nazârın
oysa düğün derneğiydi göklerin
yoksa kıyâmet evrenin sensizlikten
çıldırması mı geri dönmen için

2
ölene kadar değil, öldükten sonra da
14 burç, Kâbe’de putlar, bin yıllık nâr
kurudu Sâve gibi
leyli fecreyledi Nur
kayıplara karışan Semâve vadi
ve buruk ülkerlerin güzleştiği feza
bir nefeste toz duman ayyûkun muhbirleri
ey kamerlerden asil yarılan sadır
yürüyen yağmur duası çocukluğun
nerdesin, neredesin, nerelerdesin
âkisi bilinen, sormadan edilmeyen

bir sayhalar katarı yokluğun
sireni sade dâhilden duyulan
altından damarlar akan bilekler
iştiyaktan pehlivan
gözleriyle konuşan mustazafları
gözleriyle dinleyen
Edîbullâha selam

3
sonsuz parmağında sonsuz marifet
Kudretullâhın, Haşmetullâhın, Yedullâhın
kalbet, kavlet, hıfzet, celbet, refet!
yaşlandıkça evren, gençleşiyor Furkan
ey varlığı zâtından
varlıktan, yokluktan evvel bulunan
inayet, şehamet, selamet lutfet

yaradılmaz Yaradan
yaradamaz yaradılan
vah ey! aralıklar çık aramızdan
bizdedir geçiş hakkı
ben | sen
geçmez bu sırattan

4
kaybolunca sis; geriye görüntüler
kaybolunca görünen; görünmeyenler
ne kalır kaybolursa görünmeyenler!
caizdir perçemi pençeme küffârın!

umman yanar, volkan üşür, eser sahra
beyaz duvaklarıyla salınan güverteler
yaslanıp Hayy zikrüne yığılan dalgateynler
tilavetlerin bam telinde açan Firdevsler
karışır birbirine
Ayasofya saatinde

5
bir beytullâh olarak
dönünce fıtratına
parlatınca leyâli devletlû lem’alarla
balkırı şeriatin mecelleyi boğunca
gerekmez yeni bir Boğaz teşrifine
gülüşünle kandilleri dağlaman için
derdim yâ! Ayasofya! tik! tak! tın!
şühedâ makberine sığmaz artıkın!

açıl Fâtihlerin mirası açıl
geber ayna ayna söyle banalar
altı bucak ve dört dal ve beş zaviye
martılardan bir deniz içerisinde
ney kıvrımlarında mukaddes kavsının
Erîs gamzesinde elbet bir gün
yeniden biter hilâfet mührün

HAYY

Bil, ölmeden ölmeyenler
Dirilmeden dirilmezler
Serilmeden derlenenler
Serpileni göremezler

Aşkı vurur yere, göğe
Can kıvrılır içten içe
Dipler düşer şu en dibe
Çökmeyenler bilemezler

Mahcupluktur son zirvesi
Dile değil sevda demi
Tadılmakla bilinmez ki
Duyularla içemezler

Aciz gönül, var öteye
Soyun da gir bu çeşmeye
Biz ıraktır ben diyene
Donmayanlar yanamazlar

Dal kırılır, içer özün
En duyulmazlardır sözün
Nereye bakarsam yüzün
Görmeyenler eremezler

VAHİD

Bir içre bir içre hep bir
Birlik, birlik içindedir
Birler, bire vabestedir
Bir çarpı bir çarpı hep bir

Birler sırrına er bir bir
Sır, birlerin birinedir
Bir hiçtir birliksiz birler
Birler birlikte tekbirdir

Birle, birlik ol, birleştir
Biri birlik paklar, bildir
Birden, biredir birbirler
Birsiz bireyler değil bir

Bire var, biri gör, yar pir
Biri dinlet, biri sevdir
Birden ayrılan bir hep kir
Bir kutlu soy biz kavmidir

NUR

Can cana canan içinde
Canan cana can içinde
Canlar cansızdır canansız
İç içe, içler içinde

Bir içtene vurgunum ki
Kamerdir baştan ayağa
Hatırlatır hep Sahibi
Aşk; temrin, cümle aşığa

Çember, çember içindedir
Dönüş, dönüş yolundadır
İz de, izci izindedir
Özü, közü, tözü birdir

Hakikat, tekrarı sever
Canı bir an cana değer
Anlar, canlar içinde şen
Sonlar, sonsuzlar içinde

Bir içim ki, hiçten hiçe
Sonu heplik menziline
İçten içe, geçten geçe
Yoklar, varlar kucağında

NURİ PAKDİL

Bir Cuma günü göçtün sen,
Yüreğinde Kudüs’ü saklayarak,
Bir Cuma günü yürekten,
Kanatlandın semaya ağlayarak…

Kapandı secdeye ruhun,
Sesinde çocukça sevinçler vardı,
Karıştı nuruna nurun,
İşte karşında sultanlar sultanı…

Tuttu elinden, aşk açtı.
Kudüs’ü hissettin serin nabzında,
Hürriyet koktu her yanı,
Mescid-i Aksa yeşerdi bağrında…

Bir Cuma günü göçtün sen,
Yüreğinde Kudüs’ü saklayarak,
Bir Cuma günü yürekten,
Kanatlandın semaya ağlayarak…

AŞKIN ŞEHRENGİZİ

ne canlar yakmış İç Kale
sararmış resimlerce
mahzun Viran Tepe
bereli havuşlarda tükendi nesli dinçliğin
bir küf tutmuş muskalar
bir keder karası bazaltlar bilir
nerden nereye solmuş
yetim Diyarbekir’im
nerde kimi ölmüş Yedi Kardeş burcu sesin
birden düşersin akla
başım gözüm ısınır
Eski Cezaevinde yel ıslıkları küsülü
Aslanlı Çeşme şimdi kıraçlıkla kınalı
kenti çoktan terk etti
Hamravat Selsebili
bir kuyu kendine düşer canımın tenhasında
eyvanlar serden geçip durur ciğer saatinde
bir sensizliktir gider
bin sessizliktir gelir
açılır çakı gibi Fetih Kapısı
yeni baştan çevik Fatihine
tel örgüler kuş olup uçuşanda
belki değeriz yine
On Gözlü köprüsünde bakır düşlerin
yangınlar gömülü
Süleyman mertliğinde
bir zaman abdestsiz çarıklarla
doluşmaya utanılan Sur
şimdi hangi hakirliğin mahzeni
abdal damlarımızdan mağrur çatılara
taşların boşluğunda zemheri
cehennem lokması kursağında

avlularda tükenmiş
dut çiğdeleri bağrın
boynu bükük nergizlerin saksılarda
vurulmuş haremlik
dökülmüş selamlık
kalmış Deliller Hanı
cinnete bir soluk
kırılmış mezarlarda buruk kuş lokları
hanayda kumruların
su kadehi burulmuş
kararmış bahtı fildişi kalkerin
namusun narin beli bükülmüş
durgundur Mesudiye
argındır Ulu Cami
yorgundur Dicle Kapı
fıtratına dönme günü Kırklar dağımın
bir şehir ki töresidir
nice kıtaların hey
selsellerin uğultusu serdaplarda
tulumbalar hasretinle taşmaktadır
Şeyhandede şelalesi
hazan olup yağanda
ahşab nar çiçekleri
sülüs hatları mevsim
nakşetsin sevdamızı Gelincik dağı
yüreğine hadisler mıhlı Nebi cami
Asur kalesinde kral mezarı bağrın
gözlerin gözlerimde dilsiz Malabadi
ve paygamber kabrinde
öksüz yara salardık
gırtlaktan revakların karanfil sokağında
umudun umudusun
çeyizlen Diyarbekir

DİLŞA

poyraz yanar, kandiller üşür
Nupelda
suna boynun yaslar dağ eteğine
yıldızların kaydırağı var bu gece
dokunsan
ağlayacak ceylanlar
tavşan, yavrular aşkına cesur
arslan, yavrular aşkına ürkek

ve bakışlar
çığlık çığlığa kuşlar
yokluğun, boğazda kement
bakışın, nasıl da çatal
değdiği kalbin etini delen
acemi, rafine
boyunca usul

bağırda dalgalar kayalığa vuranda
diyar gözlü
bekir yürekli
filinta baharlar birikir yeldama
gurbetin, hançeremde kelepçe

ranzamda, kahırdan darmaduman
ağarmış anlıklar, gurbetin
maral titrekliğinde, soluk soluğa
bir cezbeden yadigar
bahadır, külhani yakalardan
ve mahzun
namus burcu
niyetli, meçhul denen ferdalara

umutma Evîn
gevherin kışlatma
avlularda serpilen gonceler hatrına
kenar mahlesinde dar bulvarların

gül hevesler kurutmuş
başı hep ustura tıraşlı
oğullar etmez hayınlık
yokluğun ebubekir dostluğuna

çünkü yaşamak bu küllüklerde
dakik bir vaiz kuzulara
ve sıtmalar
ardın sıra kan ter
ardın sıra tutuklu, kısık

iner gibi sürgüler hücre odaya
görüş günleri ıssız
volta demleri öksüz, dımdızlak

cehennem kesiği gerdanlar namına
hiç değilse düşlerim, boran
savur çeltik yaylana
pamuk ovana

savur da kıyılsın inceldiği kuşeden
aşiret bozkırları çocukluğum
divane dağın doruğundan tütsün

vakarlı can umular
körpe yarınlarımız

AMEDYA

ranzalarda Anzele serinliği
Arbedaş Kapısı
yüreğin dolar
Nasuh Camisinde Ömeroğlu
Nasıriye Kalenin Halidoğlu
bize Amedyalı derler hey cano
mazluma safdil
namerde sarraf

şimdi ne Küpeli ne Dıngılava
Diyarbekir bir ceset aramızda
akar akar Hamravat
çehremizin kederinde
taşar yüzlerin
emekçi coğrafyasından
masum, maralsı
Kürdistan gülleri

ürkek avlu mırnavları
ceylansı hafız kızlar
kadim Zinciriye
kokar çocukluğum
Benusen burcunda sesin
girer düşlerimin rüyasına

hatıralar deşer
hatır yarasını
Hançepek türküsü yakar
babasının ciğeri filintalar
öksüz içerin
Zembilfroş dumanı

sürgüler çekilir
durur hücremde
tütsüler doğurur
yetim Bircuşah
kaynatsın ahımızı
dadaş Haburman
sağsın zor hüznümüzü
aygın Malabadi

kurşunlanmış can Kurşunlu
Dört Ayaklı minarem
dört ayağından vurulmuş
öyle bir zelzele
ki çetin gidişin
Mesudiye sütunları oy
gayrı yerinde durmaz

Parlı Safa Minaresi gibi dimdik
ömür kavgasını
verir hep kalanlar
dam loğu, et taşı
bulgur değirmeni
bir destandır burada yaşamak saati

Fiskaya Şelalesi
hazan olup yananda
gör nasıl
yeniden yağarım
dişimle tırnağımla loy loy
bir daha bulunmaz böylesi
gazel ölen
bizi, bizim gibisi

ROZERYA

yüreğin Hilar
mağarası gibi serin
yüreğin dağlarcası
gariban, ıssız
söyle sen hangi
boranın meltemisin
yanar dudağında karanfil tütün
yanar da verir
sırtını Kırklar suruna

ellerin kelepçe ellerin zozan
gözlerin zor kafesler
gözlerin zilan
içerin Kralkızı içerin mahzun
alıngan, kuğumsu
hançerem hançerli
suskum sahipkıran
bir masum pusuda tahtırevan

söyle ben nereye gideyim Rozerya
gel de gör içim dışım Amedya

yaşmaklara yaşamaklar doladın
Rabbinden razı
sesin papatya devrimi
sesin ardınsıra zılgıtlar
körpe nazenin
daha kaç mendil
sarsın yangın kederini daha kaç
ahraza bürünecek
cıvıltısı sabilerin

gel de izle Rozerya
aşklar şimdi bir mumya omuzlarda
tepişirken fevkinde
şımarık firavunlar
aziz bir şehir yıkılıyor altında

hal böyleyken hasmına kılınç
olsan da duramazsın içinde dimdik
çökersin soylu
sevdiklerin aşkına
biz şimdi sensiz
boyuna çöküş
biz şimdi gözlerinsiz
antik tohumduk

bak da yeşert Rozerya
Diyarbekir hayat ister bağında
yeniden nefes almak
biz ki yorgunluklar halkı
gürleşirdi alnımızın teriyle
ceddimizi saklayan aziz toprak
çocuklar eker
filintalar yeşertirdik yılmadan
usturalar kayarken ensemizden
bükülmezdik usulca

ata yadigarıydı mesleğimiz
yüreğimiz haykırır gözlerimizde
canımız o parola
yakıl ama yıkılma
söyle susma söyle Rozerya
yitik insanlık
hangi dağın ardında

RÜMEYSAH

sen, çocukluğumdun, masumiyetim
sen Bereket Han duvarları mazim
toz çuvallar üstünde dinginliğim
rüyam, göğüm, çölüm, denizimdin

raks eder, göllerin ıssız akışı
her nakışı, hüsrana yar bakışı
özlem tüten demden gönül kayışı
hem canım hem cananım, cevherimdin

ayrılık da aşka dahil, Rümeysa
bir hayatlık canı var ölümlerin
bülbüle uzaklar yakın Rümeysa
bir nefeste yayılır gül dediğin

Rümeysa, zarftan kuşlar fezamda
gurbetimin teli kopmuş sazımda
deli taylar uçar durur bağrımda
seven ruhta fren tutmaz Rümeysa

konmaz öyle her dala sev devrimi
sütü zift, balı zehir semahında
uzar, uzar, uzar, şeyhin gözleri
can kınına sığamıyor Rümeysa

bahar gamzelerin Fındık burcudur
müridi, mürşid kılar tek bakışta
dergahında cerenler kuruludur
aşka dizgin vurulmuyor Rümeysa

GÜVERCİNLER ÇARŞISI

şükran toylarımızın
sesi gelir aşiret çadırlarından

obamız hayran
otağımız kurban

kıl çadırda yer sofrası kalbin
serilmiş razı
serilmiş padişahına kadar

Nur burcunda ciğerim ağarır
külahına dek kufi
ebebulguru

saçlarında nesih yazıtlar
döşlerin kesme bazalt döşeli
mukarnas bezemeli

yazmalarca beklenen yankılarda
kurşunlu kubbelerin

Halilviran köprüsünde hey canım
düşlerin hıçkırır
sazlar kavrulur
yanar sazlıklar

Nevruz neşesi saran köşelerinden
bir firak hüznü
tüttürür dağlar

kavun rayihasına karışır
karpuz burcuları

ağır çörtenlerden
bin rahmet damlar

demirciler çarşısı orkestra
sadrı tonozla örtülü

ceylanlar salınır
filintalar ormanında

Kazancılar Hanı mürd
suskun kaya mezarlar

Sultan Şuca çeşmesinde bağrın
bağlanıp budaklansın

yeter ki kapılma
çeper çağın ağına

can akar yolunu bulur
yeter ki solmaya

yaşamak sevincin
iki gözümün goncesi

BERFİNELLA

ve nazenin ruhunuz
nasıl da kendine bakan bir ayna
suyun uzanışı gibi dere yatağına
en tenha lambalar bile
çattı mı kavuşmalar çakmağı
dayanamaz geceye, yakar bendini
işte seni öyle sevmemiştim

kalması bile gitmelere benzeyen
bir vefalıyı nasıl ikna ederdin ki
can kıyamıyor çıkmaya
çakılar yeşeriyor etinde
uzuyor, uzuyor, uzuyor gözlerin
gökleşiyor yağdıkça düşlerin
denizlerle göklerin kavuştuğu çizgiye
şimdi aşkın baktığı
her yöre Berfinella

dal en çok tutunduğu çınara kırılırdı
bazı şeyler konuşmayarak
dinlemeyerek öğrenilirdi
çağa iki vicdanlı, iki yürekli gerek
öyle dağ gibi durduğuma bakma
dal gibi kırılırdım doğru yerden sarınca
badem çiçekleri açan
ağaçlar gibiydi bazılarının kalbi
mevsiminde anlaşılır
şimdi nereye gitsek Berfinella
gözün gözü görmediği aydınlıkta
masum bir karanlık
yakmaktı vacip olan

gidersin, bir yarım çeyrek kalır
oysa hüzün mutluluk Berfinella
acılar bahçesinin
çilekeş güllerine
Çayönü, Körtiktepe neolotik mahzun
cehennem teninde
taşar can nehrinden körpe Hasuni
alnında mağara serinliği
yüreğin gönülden Hira kokar
kadim şehrim toprağa
sığmıyor Berfinella

surların gözyaşları
eritir sırların kalesini
hıçkırır aşkın burçları
Berfinella dolar ciğerleri kentin
mazgalların karasında
yankılanır geçmişin çığlıkları
Asur hüznü sarılır bağın bağrına
aniden bastıran
yağmurlu bazalt kokusu
tahtını sallar
kral çocukluğumun
aşk kağıda sığmıyor Berfinella
gönül sadra sığmıyor Berfinella

hepsi geçer, kancık kibirler
tamponu şişkin şımarıklar
binbir yüzlüler, alayı geçer
her zifir gömülür, üzülme
Diyarbekir kıyamete dek kalır
işte bunu bilmek
aşkımıza yeter Berfinella

MEVSİM ZOZAN

serin Anzele pınarı
karışır Arbedaş sularına
içerin Zerzevan kalesi
yüreğinse yorgun
Hevsel kuşlukları
baharda kengeri
yazın dutu, eriği
gözleyen katıksız halkı
kendi kalbinden başka
yenemez kimse
öğrenecekler Zozan
hey nava dılê mın
dört yanım hozan
yanık çarşıda türkün duyulur
cıvıl cıvıl öter buğday pazarı
dar sokaklarda yangın rüzgarın
alnıma yokluğunu savurur
üstüm başım kelepçe
aklım fikrim Zozan
viran bağ köşküyüz şimdi
esamemiz okunmaz
Fiskaya şelalesi yağanda
bir uçurtmalık canı kalır
filinta uçurumların
gözlerinle gözlerimi bırakma Zozan
donarak can vermesin bakışlarımız
susmasın erbaneler
susmasın çığlık
çığlığa sessizlikler
konuşsun Zozan
çığırsın dilsizler

GÖZLERİN DİYARBEKİR

yeşil pulat pencere
yeşil sis yeşil tütsü yeşil ziya
acılar denizinde yananları
hüzünler yangınında donanlar anlar
dinle atmosferin bekaretini
şehid sahabelerin
mahzun külliyesinde
her çeşme bir şelale vecdin feyzinde
kuşların ve taşların zikirleri
erir birbirinde kadim cezbeyle
el pençe divan gölgeler
dizilmiş kandillerde tutuşan esrar
yankılanır duvarların teninde
sanki yer göktür, göklerse zemin
bağrında ashabıyla
firdevs kokan camide

diyesin ey ulu belde
şimdi hutbe sırası sende
kelamsız, burgusuz
duyabilen canlara
kepenkleri indirilmiş özlerin
marşı eser etinde
damağında cevherin öbekleri
ervahın şöleni
çarpar durur göğsünde
asude şafakların nasıl da gür
sancağının fecrinde
suskulardan örülme mahşer sanki
kıyamet kıyamet yeşeren diriliş
şahdamardır
atar genzinde

ve lale nehridir
akar akar da taşar kaburgalardan
kadınlar kaynatır buğdayını
damlara, avlulara serilen
güneşte kurutulan
çığlıklara dönüşür dargın bergüzar
gülünce gözleri
kuşlara dönen haminneler
tırpanı her vuruşta
Allah diyen kadim rençberler
çeliğe çifte su veren
evliya demirciler
Rahman’ını ameliyle sevenler
can sevdanı haykırır

kızıl gökte sarı hilal gözlerin
kendini dağlara vurur
serilir öksüzlüğe keçe yolluklar
kırılır fanusları sevdamızın
yorgun Diyarbekir
lorîninde yeniden doğar
şimdi nereye gidersen git hicret
yanar köşklerin
yanar Hamravat
kavrulur Seman
şimdi her can biraz sensizliktir
her aşk biraz hicraniye
gitme diyor semaver
bitme diyor dağlar, taşlar, kavaklar
can kınına sığamıyor Dilaram
açar dokunduğun
bütün koğuşlarda
narin nûbihar

AŞK ŞİMDİ ZERYA

ebaneler hasretini haykırır
hasretini, mahzun, hazalsı
serden geçer serdil avaşin
nazarın nazarıma
karışır durur delal
gözlerin sırılsıklam cehennem
gözlerin zelal
dilzarımda hivbanular yeşerir
dilaverlere dilvanlar yaraşır
rotindalar rolêdalara

bir rojdalık ömrü var
suçsuz kelebeklerin
bir jiyanlık nasibi ıssız sevenin
gönül hekimidir
gülüşün hep baharda kırağı
ve cehennemin dibi gamzelerin
hemdemiz, nefes nefese
bağdaşız şahına kadar bağdaş
ve haldaş, sevdiğim
yardaş, Allah’ın aşkına

gecekondu masumiyeti
yoksulluk berraklığıdır
mahcup yüzlerden okunan bozlak
tozlu tülbentlerinde nenelerin
cennet kokularından bir şelale
sorma nasıl, bilirim
fakirhanelerin evliya saflığına
yetişemez softa burjuva
yetişemez nazenin

başı ustura tıraşlı
hovarda peştamal çocukları
kenar mahlesinde zor ızdırabın
antik bir hevesi büyütür
acılar havuzunda boy verir
hüznü boylar havuşlar
caddelerde boy gösterir
yürüyen mezarlıklar
saçaklara ayrılıklar konar

oysa kalbin, tetik kadar dinç
namlu kadar filinta
mermilerin şarjörlere dönmeyişi
kadar yaşlıydı döşünde
döşün ki, nerdeyse çatlayacak
şehvetin vahşetinden
döşün ki alayına yetecek kısrak
emzirirken ruhları
hey ciğeri kınalı, güneş yanığı
baştan ayağa Diyar
tepeden tırnağa Bekir
yüreği bronz kentim

sevmek şimdi zerya
konuş ki, dilsiz iblise
dönüşmesin susmaya alışanlar
konuş ki mertlik bulaşsın
korkudan geberen asalaklara
susma ki delikanlı şehrim
hayın başbuğların
mabadını yalayan
kıraç itlerin puşt devri
vaktidir, hitama ersin

BERİVAN

sen, boyuna bahar, asil ve asi
sen sadece gönülde yeşeren gül
Diyarbekir dağlarında türküydün
Diyarbekir bağlarında zılgıtlar
sen boyuna sürur ve hep özü gür

ruhun göğsüne sığmıyor Berivan
nereye gidersen git hep yüreğim
yok maşuka aşıktan başka vatan
gidişin hep koşmaktır kaçtığına
boranlar da üşür, gitme Berivan

gülüşün vejîna, gülüşün sarya
gülüşündü; ırmaklar ormanlarda
gülüşünle güneşler açar şevler
gülüşünde kanatlanır zaroklar
gülüşün rojarya, gülüşün zerya

sen boyuna sürur ve hep özü gür
Diyarbekir bağlarında zılgıtlar
Diyarbekir dağlarında türküydün
sen sadece gönülde yeşeren gül
sen, boyuna bahar, asil ve asi

YÜREĞİN AMİDA

kalbin, savaş sonrası et kokusu
damarlardan fışkıran kan çorbası
kuzgunlar aynalarda
yolun gözler Amida
Selahaddin Eyyubi Cami keder kuyusu
vefatından beridir yoldaş Mezopotamya
öyle cansız, böyle lal kesiği

hey aman, durmaz yerinde
içerim paramparça
hücremin kerpiçten çiçekleri fersiz
yar çeşmesi susuz
ranzalar cehennem çukuru
Mervani yiğitler gerek şu puştluk çağına
hey aman, can tutuklu
devir zor, devir cambaz, devir namussuz
zalimin mazlumluk
tasladığı zamandır

münafıklar yüzünden
haktan dönen gafiller
merhametli davetine muhtaçtır
hey aman, erlik vaktidir
parıldar, parıldar nazarında
hırçın Silvan Kalesi
cildin buz cehennemi
kalk ayağa ey şehir
Nasır-ı Hüsrev olsun yeniden şahid
düştüğün yerden doğrul
dikil de süpür ey
namert çelmeleri

GİYAN MEVSİMİ

gönül göğsün gülüydü
gülün göğsünde bahçe
tarihin mezarlığı höyükler
anlatsın çilekeş destanımızı
gözü, değdiği yeri
derinden deşen erler
vursun bağrın teline
vursun döşüne döşüne
öksüz Diyarbekir’in
Dicle’nin yuttuğu çocuklar

hey yavrum hey de ne hey
aç, avaz, üryan
yetimleri ısıtmaz hiçbir yorgan
yaşamadan bildim ki
yaşamayan bilemez
gel gör ne ateşler ne buzullarla
ölüm dansında leylim
içerimde, dışarıyı hapseden
sevdan, kıyama durur
sevdan ki Amedî
sevdan ki dinmez

Cemilpaşa konağında
çığlıklar dolaşır
çığlıklar ki etten bir duvar
azimli antenine hoyrat gevherin
kuşların uçuşurken ki
toplu kanat sesleri
giyan der durur bahçende
giyan; der, durur

BARIŞIN KEVOKLARI

Karacadağ’da eriyen karın
şelalesi duyulur Çınar’da
Cahit Sıtkı’nın serçeleri
Ahmed Arif’in yuvalarında
Sezai Karakoç mısraları
gezer durur, hevesli
kadim Suriçi sokaklarında

gözlerin ki gitmez
bitkin gözlerimden
gözlerin ki kafesime can
gözlerin ki bitmek bilmez
bir çift menfez aynalarda
hücremde neşen
sözümde yüzün
güzümde közün, özümde tözün
severim zulamdan içeri
toylar, efkara döner

kabir böcekleri dolar
gariban, yaralı kederlere
Kürdistan çiçekleri sarar
Kürd çocuklarının
kardeşlik türküleri haykıran
safderun yüzlerini
bu savaş ölmeli, bu savaş ölmeli
durun siz candaşsınız
bu savaş ölmeli
bu savaşı, bu barış öldürmeli
düşün, ne güzel cinayet
ne civan katliam

SERHİLDAN

ıslıklar, çığlıklara karışır
kan kusar Zilan Deresi
kafataslarında beyinler erir
patlar yürekler kafeslerinde
hasret tüter Tendürek
zulüm taşar süngüler
iblisin demir kartları
biçer masumları, deşer rahimleri
beşikte bebeleri, kimsesiz pirleri

gırtlağına kadar ceset
ah dolar Zilan Deresi
şimdi nereye gitsen ağrı
şimdi nereyi görsen acı
hıçkırır mitralyözler
namlusunu mazlumlara çeviren
şeytancıklar yüzünden
ölü çocuklara tecavüz eden
ırkçı zabitlerden alçağını
görmedi kederli anadolu

faşist teröristlerin ihaneti
kalleşçe yaktı kardeşliği
onarmak erlere düşer
sabırla, umutla, sevgiyle
budur soylu metanet
budur kahpeliğe beşkardeş
gel sen de katıl bize
indir putların kör çehresine
adil, vakur bir sille

SEBAT ZAMANIDIR

Dersim’in gözyaşları
Enfal’in bakışlarında çağlar
Roboski’nin alnından akan
Halepçe’nin kanlı ahıdır
Kerkük tüter Erbil’in burnunda
düğümlenir boğazı Amed’in
Kürdistan dağlarından
hogir bir uyanış doğar

sabret ey ümmetin yetimi
sakın benzeme barbar ırkçıya
bin kerre namert zulüm
görsen de zalim olmaman
mahşerde senin şerefindir
sabret ey ümmetin yetimi
karanfiller açana dek Halep’te
kötü günler mevte mahkumdu
sabret ey ümmetin yetimi
surların sırlaşana
sırların surlaşana dek

havar, yar yangın yeri
gönülde can pazarı, havar
kan kesik, kan tutuklu, kan kelepçe
sabır senden vazgeçse
sen sabırdan vazgeçme
sabrın taşına dönüş
milyonlar şehidiyle Kürd Milleti
ancak imanla ilelebed
felaha kavuşacaktır
sabret, sabrın selamet

ZERZEVAN KALESİ

sabanlarda aşkın rüzgarı
serilmiş kepenekler omuzlara
işte çoban kalkanları
kavallar, yüreklerde borazan
gözlerin, dalgalı, boran
gözlerin, inatçı, durmadan
gözlerin alayına rezzan
gözlerin, gözlerindir Zerzevan
aniden bastıran dargın baran
surlarım, sırlarım, can kalesi

yüreğin, metal ejderhalar ülkesi
betondan dinozorlar devrinde
çarpışan iki yıldızdık
atom tarlalarında antik sevmek
Urartular yazsın argın sevdanı
İyonlular gözlerinden anlasın
acılar içinde nasıl doğulur
ehil, dilaver mimari
filinta canlar ki, erbab, namuslu
parayı bulmadan önceki Lidyalı
hey gidi arslan ciğerim
içerin Sus kentinin devrik kralı

yar, avazım gelir küçelerden
lâl, avare, şahmeran hançeri
bin yılların sılasında yoğrulur
doğrulacak erlerin hasretiyle
taşlar erir, yürek dağa dönüşür
ümidin kadim düşleri
ırmaklar döşeği ellerindedir

NAMUS SEVDASI

ey oğul, bilesin
milattan önceki
Hammurabi yasaları bile
daha adildir, daha yiğittir
katili, sapığı, hırsız, yolsuzu
besleyip kollayan ülkemin
hukuk çöplüğünden

oysa Diyarbekir töresi
affetmez ölümcül ihanetleri
bilir, ihanete merhamet
merhamete ihanettir
ey oğul, diyesin
düzen değil, düzenek
en kahpesinden
sistem değil, sis perdesi
gafletin yargısında adalet dediğin
oysa Amed’in kanunları
kayırmaz namussuzu hak aşkına
zindanlar göze alan
delikanlılar kaynar
Hançepek, Saraykapı, Alipaşa
halel getirmezler adamlığa

ey oğul, susmayasın
susmak kusmaktır
içinde iyi olan ne varsaları
Kürdistan güçsüzü affeder
Kürdistan dilsizini affetmez
sakın, unutmayasın
ey oğul durmayasın

HOZAN

söndü zerdüşt ateşi, şaman alevi
söndü grejuva
geberdi batıl en şekilinden
bitti zivistan
konuştu gerçek apaydın
canımıza güneşten sofralar serildi
bandırmalar lal mevsimi
filikalar dargın aşka
dağ içini döker göğe lav kederiyle
çay tarlalarında çarpar yüreğin
kulağını toprağa ver, dinle kendini
üstümüzde sis denizi
yürürdün Ninova
çemlere dönerdi hazan leylinde
yürürdün usul
kuğu boynun
nasıl utangaç
yağarken hücremin ranzasına
yürürdün Benusen kendinden geçer
ay ışığında yeşerir sakin
yeşerir onurlu
yeşerir şahına kadar
leylim, yollar nefesin
ciğerimin közüne
kışlalarda düğünler ilkyaz olanda
kodesin kodesime ekilir mahzun
yar çıldırmışam seni
hey cevherim hey
yine kan kusar can
Fuadoğlu göçer
taze ozanlar gelir

MİSAK-I MİLLİ

Türkistan nezakettir
incelik, güzellik, cesarettir
Kürdistan cömertliktir
iyilik , dürüstlük, yiğitliktir
ferasettir, basirettir
şehadet, selamettir
zülfikarın zağlı pençelerinin
beraber savurması
deccalin kansız köpeklerini

Kürdistan nezakettir
incelik, güzellik, cesarettir
Türkistan cömertliktir
iyilik , dürüstlük, yiğitliktir
Türkistan Kürdistandır
Kürdistan Türkistandır
Türkistan Kürdistansız
Kürdistan Türkistansız
harabe, viranedir
fersude, beyhudedir

öyleyse daya sırtını
omzuma, dağ olalım
patlayalım küfrün yüzüne
mekan biz, zaman bizim
beklenen poyraz bizim
emanettir mazlumun ahı
soylu öfkemize kardeşim
öyleyse daya kalbini
sadrıma, can bulalım
fesadın kellesine
cellad-ı canan olalım

KÜRDİSTAN MARŞI

IKBY için bir hatıra…

çifte su verilmiş yürek çeliğinden örülme
Kürdistan kılıcı sıyrılmıştır kınından mertçe
ey şehidoğlu, ey muhacire ensar Peşmerge
Güneşten Bir Hilal nakşet sancağına şefkatle
mütedeyyinleri arkasında olan vatanın…
kıyamete dek batmaz istiklali, güven öze
Kürd’ü köle zanneden haysiyetsiz râfızîler
-Kürd bize ihanet etti- diye nefsini kandırsın
anlamaz, hakikat haini gafil müstekbirler
hakikat sadıklarını / kendini yormayasın
savaş hasma benzeyince kaybedilir, unutma
dişsizi dişliden sakın; merhametten ayrılma
ürüsün dursun dinci maskeli münafık itler
ardından hırlanmayan arslana arslan denilmez
itten türediğini sanan fitneci kahpeler
uğraşma boşa; kardaşlık nedir bilmez, bilemez
hakiki mü’minler ancak kardaşımızdır bizim
onlara açıktır kapımız, ocağımız bizim…
sadrımız kalkanımız; kırk milyon Kürd Milletiyiz
yurdumuza sığınmış / barbar sabîlerine bile
gerçek müslümanlığı yine bizler öğreteceğiz
bizi öldürmeye gelen, bizde dirilecek de…
ey Kürdistan gençleri, hazırlanın gitmiyoruz
zulme asla susmayız, kırmağ ile bitmiyoruz
devir, Salâhaddînlerin doğruluş çağlarıdır
kapanmaz gözkapakları, Uyanış zamanıdır
ne diyor Rasûlullâh; “vatan sevgisi imandandır”
sev yurdunu hep imanla, Rabbin doğrularladır
Kürdistan, Kürdistan’dan büyüktür; unutma sakın
evlatlar çoğalacak ve taşacak, akın akın…

ŞİMDİ HERKES DİLOVAN

türkçülere karşı Kürd’üm
kürtçülere karşı Türk’üm
farsçılara karşı Arab
arapçıya karşı Fars’ım
zalim azgınlara karşı daima
ezilen halkların yanındayım
budur imanımın gereği
gözlerinde erimemin sebebi
budur onurluca yaşamak
bendimi çiğneyip taşarak
yezitlerin önünde hep Hüseyin
aşkımızın kadim bedeli
Diyarbekir denizinde tutuşmak
izinde göğüs germek boranlara
her ciğerin harcı değil
çekinmeyiz namlunun
ardına saklananlardan
yalnız senden korkarız Kahhar
paylaşmayı severiz denk
adaletin gölgesinde serinleriz
Amed sofra olur bağrımıza
diz çöker, omuz bağlar
kardeşlik türküleri tüttürürüz
gel ey can, sana da yer var
kurtul kibir tasmalarından
gel beraber sevinelim razı
aynı tastan yar içelim
Dicle aksın alnımızın üstünde
ensemizde masumiyet gülleri
sesimizde dilovanlar
delikanlı yeşersin

MAZİ İÇERDE ALBÜM

eser asi bakışlarında
hoyrat Fırtına Deresi
çakışır durur dikey yıldırımlarca
nehirlerde taş köprüler yüreğin
ormanlarda su ceylanları
şirin bir kıyımız vardı
bulutlar denizine sıfır
nehrin önü penceremiz
balıklar yarışırdı tutulmak için
nazenin oltamıza
yeşilin maviyle dansı gibi
yar sevmişem seni
saçlarında çay burcusu
ellerin yumuşacık, kınalı
nefesin bahar
gülüşün cehennem
ve anlatılmaz, yaşanır
hilesiz kucağın
Karester Yaylasında
bir ahu dilber loy loy
nasıl da söker adamın yüreğini
var mı böyle civan kırım
cinayetler içinde
oy sevmişem seni
dindiremez Palovit Şelalesi
bu güneyli hasreti
bir kere yakmıştIr kuzeyin kızı
aşkın kadim meşalesini
gidişin bile hayat sevgili
isimsiz mezarına yuva kuran
marandalardan belli

DEVRAN FEYEZAN

yaşamak, yaramıza alışmak
gidemeyiz kendimizden Neval
kaynaşmak zorundaydı
insanlar öz gerçekleriyle
bense gözlerinde hala saklambaç
yokluğunda körebe, feci
sessizliğin, yalnızlığımın başkenti
gidişin anadili ağır yorgunluğumun
yağmur yemiş paltolar birikmiş de
altında kalmış içerim sanki
serinliğin şimdi hangi gölgeyle
yürğim yüreğini bağırıyor Neval
can tenine gayrı sığmıyor

oy Kürdistan Dağları kokardı
tılsımlı, sıcacık nefesin
cönklerde antik harflerdi adın
şarkın, eski vadilerden miras
tüter yalçın geceler hücremde
ellerim ranzada, duvarda
masada, kafatasımda ellerim
hicran ki ne dar bir mezar

bilmem ne zaman uyanırdık
hasretinde uykular yaktığımız
kardeşliğin can bahçesine
yasların değil, düğünlerin
iktidara geldiği şenlik demleri
bilmem ne zaman yeniden
gelinliğinle yanımda sen
kurtulacaktın kefeninden

AŞK ŞİMDİ PARYA

ay ışığı çehren kokar
sırrın kırk kilitle kilitli
sadrımı yumruklayan sandukamda
şimdi sen bende tabut
bense sende kabristan
ve işte aşk kursağımızda parya
ne olur bitme Rotinda

şimdi karanlıktır yuvamız
çırılçıplak kaldırımlarda
sırtımda karakol kuşunları
kim vurduya çıkmış adım
öyle sensiz öyle öksüzüm ki yar
şimdi solmaklar yeşermek
acının rahmine gömülen cana

sor da anlatsın Turcel
söylesin Hıdır Tepesi
aşk bize hiç gülmedi Rotinda
aşka gül dererken yılmadan
varsın tütün saran çocuklar
gül kokusu nedir bilmesin
bilmişken zararsızlığı
değil mi ki iyilik onların hakkı
varsın bekletsin talih

sabretmek de güzel leylim
ay ışığı şelale olup yağınca
güzel yavruların düşlerine
seni hep bekleyeceğim Rotinda
çocukluğumuzun gariban
keresteden penceresinde

DİCLE HAZAN

bizim köyümüzde gonca
bahçeleri yoktu
yer sarı, gök kızıl
anızlar, başaklar, buğdaylar içre
kavruluş serinlikti
kara köy bebelerine
çeşme başları mutluluk nedeni
saflık, sadra nakışlı
hamaklar, divanlar
saman lifinden
sevdalar utangaç, namuslu

oysa bizim köyümüz
upuzun geceleriyle meşhurdu
eşkiyalar, haydutlar
çocukların hayaleti
pirlerin kabusuydu
ve kahraman değildi jandarma
derin devletliler
kahpe rütbeliler
esrar ticaretiyle meşguldü

büyü çocuk, büyü de kapat
şu haysiyetsiz cenaze çağı
büyü de büyüt narin
puştların kör ensesine
adil zülfikar
o demdir, ölse gam yemez
bîkes Diyarbekir
dargın tigrisim
argın haznedar

GELÎYÊ GODERNÊ

Taşköprü Köyünde adın
nakış nakış tütün kokar

Hazro türkünü çığırır
sanki arştan akar sular

seni ırmaklarca sevmişem
lo seni nazlı ceylanlarca

delilolar, govendler
ve fıkırdak şuşaneler

hey zalımın kızı, bir gülsen
göverse bağlar ile bahçalar

şemsin fırtınasıyla çöken devran
dolunayın kasırgasıyla filizlense

sen denizaltı şehrim
ben rüyalar alemin

HAZAN BAĞBAN

Sustu kalbin,
susku câna,
cânânsız tâk eyledi.
Aşk ateş,
âşık ateş,
mâşuk ateş,
çâk eyledi.
Hergiz aşklar,
toprağa su,
sadra berzâh-ı sahrâ…
Bildin işte,
donmadan aşk,
pîşemez sır kabında.

Gözün yaşın dökmeden,
ağlayanlar, dergâmız.
Gülmeden neşe duyan,
çağlayanlar, meclîsimiz.
Koptu tufan,
kırdı hasret,
bostanlar şimdi talan…
Dindi deryâ,
bitti ırmak,
çöller şen,
bahar nâlân…

KARA KONÇERTO

Çal Ludovico, çalınan yarınları çal;
Körpe düşlerimizi, hiç söylenemeyenleri.
Çal, dinsin bu gece de şu acı yara!
Şu derin şu çok katlı şu paramparçalayan!
Çal Ludovico, kendisinin hırsızı için çal,
Kırışık pişmanlıklar için çal paslı aynalarda.
Hayallerin, hayatların çalındığı yerde,
Sen masum günahkarlar için çal Ludovico,
Belki hala bir ışık vardır karanlık için!
Umudun çağlayanı çağıldasın,
Sandukası akustik hazandan…
Çal Ludovico, savaşın yetimleri aşkına çal,
Var mı yaşamdan öte hazin orkestra?
Varsın batsın gemi, çalmaya devam.

NESLİCAN TAY

Sen şimdi o tertemiz gülüşünle,
Bahçedeki çiçekleri sulamaya göçtün.
Eteğine takıldılar, müşrik ilan ettiler,
Giderken bile gün yüzü göstermediler,
Ne çok çekti Türkiye din tacirlerinden,
Ham yobazlardan, kaba softalardan…
Sen şimdi o taptaze içten gülüşünle,
Kuşları yürekten koklamaya göçtün.
Üstünde belki bırakma rahatlığı ardında;
Sapıklarla, katillerle dolu zifir çağını…
Hoşçakal leydim; iyi, güzel, mutlu kadın.
Güllere selam söyle, huzur rüzgarlarına,
Masum cerenlere, aşkın semalarına…
Rahman sarsın yaranı kevser suyunda,
Esirgesin kalbini bütün ağrılarından.

İMAN KAHRAMANI

Bizim kahramanlarımız pelerinli değildi
Sarıkları vardı uğruna baş koydukları
Cübbelerinde binbir yama binbir gurbet
Heybelerinde insanlığa fedakar hizmet
Alınlarında vefa, enselerinde tevazu
Önlerinde Üstad gibi bir aziz müceddid
Dergahlarından eksik olmaz kırmızı şems
Azığında tefekkür, duruşlarında heybet
İçlerinde dinmez bir derya merhamet
Bizim kahramanlarımızın habersizdi
Sol elleri sağ ellerinden kadim leyalde
Canlarında dolaşır ulu ervahtan izler
Çocuklar eker, dinç gençler yeşertirlerdi
Suffagahlarında nur burcu dalga dalga
Ruhlarında kasırgalar, keşifler, sisler
Her biri bir deniz feneriydi tayfunlara
İşte Üstad’ın kutup yıldızları silsilesi
Karışlarlar dünyayı iman fütuhatıyla
Kalplerinde külliyat, zamanın dervişleri
Çağırır insanlığı doğruluğun doğusuna
Serden geçer gibi geçerlerdi nefisten
İnsanlığın selametini beklerler ufukta
O iman kahramanının çizdiği aydın yolda
Yürürler aşkın meşalesiyle fütursuz
Yürürler, feyezan fışkırır civarında

BEDİÜZZAMAN

Yaşadın, yaşatma ülküsüyle insanlığı,
Maneviyat asayişi kalbinden sorulurdu.
Dinç kalemler sivrilttin hakikat aşkına.
Yoktu müridin, vardı milyonlar fidanların…
Rabbini ihlasla İbrahim misali sevdin.
Cefakar ömrünce -ben batanları sevmem-
Ezgisi yükseldi durdu inleyen ruhundan…
Ebed ebed diye ağladı hep çağladı yüreğin…
Ne sırlar bildin tevazudan ödün vermeden,
Tüttün durdun Habibullah’ın gül izinde.
Ah bu daha ne ki, öyle nesiller gelecek ki,
İnşallah külliyatınla ey muazzez Evliya!
Kadim ümmete nurlu şarkılar söyletecek,
Sevdanın sofrasına diz çöktüreceklerdi.

GEVHER

Hakikat şerbetiyle kendinden geçmek
Kendine gelmek, özüne dönmektir bize
Hakk dostlarından cesur yiğit mi var alemde
Sırra kadem basışları izdir, ufkumuza
Mülk, şöhret, evlat, içtikçe susatan derya
Gerekmez, aşkın nehrinde arınan toklara
Ancak harabeler bilir asıl hazineyi
Yalnız zeki canlar anlar sonsuz saltanattan
Bilinmezler diyarında bilen öz bilgiye
Zirve göklerde değil köklerde, derindedir
Ey cevher, daha kaç can verecek nefsin
Ne zaman cesaret edeceksin terk etmeye
Hikmet kaftanı terk etmeden giyilmez
bu hiçlik ateşinde üşümeden pişilmez
Kök sağlamsa derinde, boy atarsın zirveye
Şu mânâ göğünde çınar olmadan uçulmaz
İslam ruhuyla canlanan şah soylular ki
Mesihtir birbirine, yürümeden bilinmez

TÖZ

Aşkla birbirine sarılmış yapraklardır, gül
Sırtsırta vermiş devrimci dallardır, çınar
Ey padişahları köle kılan can rüzgarı
Dalgalan bağrın dağlarında, dağlansın hasret
Gayrı iplik usanmış çuvaldız oyuklarından
Sırdaşlar sırlanmak ister sırrın vatanında
İçim dışım hicran, üstüm başım hicret
Ruhun kan şarabı; esrar kadehinde şems
Gecenin siyah aydınlığında gölge bakışlar
Sımsıcak bir deniz feneri köhne döşlere
Ey gurbetleri kurbet kılan efsanevi vahdet
Karıştır kalbi, kızışan köpük dalgalarına
Serinlik kavrulmaktır kutsal çile ehline
Gök canlı umman, şahaplar akça yakamoz
Karadelikler, simsiyah güneşleri feleğin
Zikirler çığırarak gezen kuyruklu yıldızlar
Tüzel inzivalar üstüne yağan ümidin kalbi
Her şey hazır her şey tam bir sen yitik hey
Erenler, yarenler, dervişler canı yetim

ÖKSÜZLÜĞÜN TÜRKÜSÜ

Ne ışık, ne hatıra, ne de bir seda,
Gittikçe küllenen bir ıslık ufukta…
Rıhtımlarda, derin tenhalar meltemi,
Göğün yüzüne boyar yattığın yeri.

Bu suskun, bu dargın, bu can fırtınası;
Argın durgun sarar yorgun bahçeleri.
İçinde bitmeyen; cümle yokuşları…
Bağlar da köprü kılar, kırar kederi.

Kalbin, mazide saklı o mahur beste,
Şimdi çok uzaklardan geçen bir yıldız.
Gecenin ruhunda akseden her seste;
O muhayyel gerçek, birlikte yalnızız…

SONSUZ SONE

Irmaklar, ırmaklar paklar ancak şimdi şehri,
Tasını, taştan taşa vurup çığıran sular…
Pür ormanlardan nazlı bir ceylan geçer gibi,
Irmaklar, hüznümüze yeni bir çağ bağışlar.

Giderdin, gelip kurulurcası otağıma,
Dağın bağından belli, neşen gariban, içli.
Öperdin, kadim anılardan yağarcasına,
Yaralı kısrakların buruk yelelerini…

Irmaklar, ırmaklar paklar ancak şimdi bizi,
Yıkadıkça kirlenen mücrim ellerimizi…
Bir Züleyha sunarcası en derin kuyular,
Irmaklar, çölümüzü yağmurlarla kucaklar.

ZERDEÇAL MEVSİMİ

Zencefil burcuları eteğinde, hazalım…
Salınır sevmek dolu, bahar salıncağında.
Ve yan yana değilsek güzellikler hep yarım,
İyilikler hep bizsiz, yaşamın hayatında…

Bir mevsim daha sensiz, sessiz bir asır daha,
Ah kollarım sarar da, ısıtamaz bağrımı…
Üşümek gözlerinsiz, üşümek yangınlarda;
Teselli eder deniz hıçkıran poyrazları…

Güneşin gölgesinde kavrulan emekçiler,
Gariban küfeciler kokar çilekeş bozkır…
Ve can cana değilsek, kimsesizdir işçiler,
Diktatör, patronlara bir ülkeyi paylaşır.

EVHAMA VEDA

Samuraylar güller derer senin bahçende.
Kılınçların sevişten, okların beyzade…
Bir okşamak gelir gider öz pencerende,
Bir sığınmak, sahra olur yağar göklere.

Kavaklar vals eder masmavi yüreğinde,
Hüzünden, fezaya dönüşür merhametin.
Acılar çekersin, herkeslerin yerine…
İsterdin, sadece sevinç şarkı söylesin.

Ölümler, ölümler geçmiş iç içe, müthiş!
Hassas, serçe kalbinde cesetler birikmiş,
Yaslı denizlere dök kahrı, sal derdini.
Elbet bir gün doğar, mertlerin de hayali…

GÖNÜL BORCU

Şükür ki ölüm var Rabbim, ne güzel nimettir,
İnsana, sonsuzluğun kıymetini öğretir.
Kavuşmak Sahibine, kavuşmak sadıklara,
Kavuşmak; anne, baba, kardeş, eş, dost, evlada.

Ne ebedi ziyafet, kutsal suda buluşmak,
Onca aradan sonra, nihayet nefes almak…
Yeniden masum olmak ne muazzez bir cennet,
Kurur kin, boğulur hınç, kökten gömülür cinnet.

Duyulur, anlatılmaz, o sakin esen uzak,
Gurbetlere anılar dökülür yaprak yaprak,
Sen, çocukluğu saran vicdanlı aziz kucak,
Şad ol yattığın yerde ve o gün düğüne kalk…

MAKBER GÜNLÜĞÜ

Yavrucak gözlerini açtığın şu dünyaya,
İhtiyar gözlerini bir gün kapatacaksın.
Kim bilir, nerede, nasıl, kaçıncı yudumda?
Dünyanı bir gül gibi dilsiz solduracaksın…

Sığınılan limanlar bile sığınmış Hakk’a.
Akışlar ve nakışlar; kardeşlik halayında,
Seslerin suskularla kesiştiği noktada,
Bir yelken açacaksın, umutlu uzaklara…

Ruhundan hatıralar bırakır rüzgarlara,
Mezarında kibarca yeşeren çiçeklerin.
Rüzgarlarsa taşır, sevenlerin saçlarına,
Küçük mutluluklarla huzurludur devletin…

ÇIĞLIKLAR ÇIĞI

Cüsseden hücrenizin kemikten kafesinde,
Bir bülbül inler durur ormanın en dibinde.
Yandın da dayandın da dayandın da dayandın,
Tül ve kül gibi bir gülün esrarına kandın…

Hey gidi hey gidi hey, derya içinde derya,
Yoğaltır, kavurur da; çarpar aşkın sadrına.
Yandın da dayandın da dayandın da dayandın,
Vahalara amade şu sahrada uyandın…

Kalbinizin kabrinde, kabrinin kalbi atar,
Nabzın idam mahşeri, yadında saf anılar,
Yandın da dayandın da dayandın da dayandın,
İncinmiş bir matem gibi deryana kapandın…

YALNIZLIĞIN DAĞINDA

Teneşirler tebeşir, vefatın ahşabında,
Sensizlik kalesinde bir uçurumcuk ağlar.
Geceden nehirlerin kandilleri yağar da,
Kızışır, ıssız kışın volkanında yalnızlar.

Cüzlerini okurken tümü unutma kalbim,
Karanlık denizlerde hıçkırır falyanoslar.
Her talazda bir dehliz, her biçemde bir biçim,
Hacimlerde ritimler, hazlarda hüzünler var.

Yaz bahçemizde kaldı rengarenk zamanımız,
Şimdi derin yalnızlık gibi çöker akşamlar.
Feryadın cennetinde tonların dansıylayız,
Vurur sahilimize; merhum, mahrem rüyalar.

KIRIK DÖKÜK

Gülerken sütunlarda çocukça efsaneler,
Oynaşır hayaletler baygın günbatımında…
Ejderha yüreklerin yankısıydı çiniler,
Duyulur nakışlardan; şafak, soluk soluğa.

Şu ziya, şu mefkure, şu kırgın muhayyile,
Çağırır vadilerden ürkmüş serçelerini…
Yağmur ki küremizin o mukaddes abdesti,
Korkulu ümitleri bahşeder çehremize…

Hıçkırır soframızda en hülyalı efkarlar,
Canımız üşüyüşün kadehinden yudumlar,
Haykırmak isteyip de haykıramayan leyli.
Hoşgeldin, içimizi tırmalayan, tufeyli…

YAS SEZONU

Mermerlerde köpüren şimdi kızıl yüzündür.
Şimdi yangın gözlerin, bayılttıkça ayıltan…
Yakışın yanışımla ah ne gazel bütündür,
Ah ne mukaddes temas, içirdikçe susatan…

Birbirimize nazır aynalardık nefessiz;
Aşkın iç içe geçmiş halleri sadrımızda…
Sazlıklar, sularında sevişirken sabâyla,
Püsküren mağmalardan duyulur düetimiz…

Şimdi kış bahçesidir, boynu bükük makberin,
Çökmüşüm taşına, koca bir yaşamak çökmüş.
Mazinin gül tufanı anılar, saf demlerin,
Şimdi güzün hazin yüzü gibi hep çürüyüş…

MAYHOŞ MAHZENLER

Mahmur ıhlamurlar altında serin nağmeler,
Tarar perçemlerini alevli tutkuların…
Ve sükut bahçemizde çağlayan gür esinler;
Serper pür heveslere, narin, derin bir yangın…

Belki hala bir ışık vardır karanlık için;
Belki henüz donmamıştır ateşin yüreği…
Belki çok geç değildi, belki de çokça geçti.
Malumun uykusunda; rüyası bilinmezin…

Çarpar durur bir cevher hısımsı tılsımlarca,
Esrarlı hisarında zümrütten bülbüllerin…
Efsunlu gecesinde şu bembeyaz hislerin;
Hıçkırır kahkahalar, zamanın sayacında…

ZAMANIN AVLUSUNDA

Mercan devranlar eserdi huzur bahçesinde,
Yürürdün mücevher gölünde doğal doğanın…
Parlardı yankılarda umutlu yarınların,
Vurulurdu pınarlar, arşın kelepçesine…

Şimdi kuğuların dans ettiği o yerdeyiz,
Ve ışıktan bir taç kurulmuştur saçlarına,
Dudaklarında bahar, bakışlarında deniz,
Argınlıklar yeşermiş buruk dallarımızda…

Yosunlu havuzlarda belirir hatıralar,
Yaşlı dağlardan dönen körpe çığlıklar gibi,
Esenliğin renginde kanatlanır çatılar,
Yayılır rüyaların, rayihalar denizi…

DALGIN ŞAKIYIŞLAR

Altın kulelerden şaha kalklar o kıratlı,
Kuğularca, kanatlı…
Bin yıllık kardeşliği şakımakta semalar,
Sedalar, ki senalar…

Ey hüdhüd-i şeyda söyle o ne cefa öyle?
Arşım neden hengame…
Mizanındaki mahşer; dağıtır dengemizi,
Soldurur genzimizi…

Ahengine olmaz mütenakız, kimin haddi!
Serabaydı serhaddi…
Gülbankına bülbüller serilir, yeşerir hep,
Kül-i efkara sebep…

ATEŞ UÇUŞLARI

Sisli camında yağmur izleriydik hayatın,
Ruhumuzda erguvan, yadımızda son sözler.
Sarar her yanımızı sabah kızılı bahtın,
Tahtında eser kalbin, uçuşur zarafetler.

Karışır renklerimiz, içerimde içerin,
Girift bir efsaneyi fısıldar boynumuza,
Usul usul dolanır, yüreğime yüreğin,
Sislerde hisler sesler, parlar sularımızda.

Ruhun ruhumda ışık, tenin tenimde cemre,
Pınarın pınarımda; ummanları anlatır.
Ve masallar sevinçten simler saçar çehrene,
Savrulur çamurcalar; köz közle kanatlanır.

ZAMANIN TAKVİMİNDE

Dirilir yeniden öz; töz, cevherle sevişir,
Bacaklar bacaklara dolaşır mazmunlarda.
Yasalar yasaklarla bir devranı üleşir,
Kırışır zamanımız, mekanın kucağında.

Beton ormanlarında metalden dinozorlar,
Boğunca yıldızların tütsülü şavklarını,
Kararır kalbi leylin, şehir gülleri solar,
Solar tefekkür kuşu, kurutur ilhamları.

Bu böyledir; ya doğum ya ölüm ya uçurum,
Cemiyetin değeri, tercihinde belirir.
Ey deniz feneri ruh, dön geri sönmeden mum,
Karanlıklar nurların gölgesinde güzeldir.

KARANLIK YILDIZLAR

Nahhatlar ve hattatlar, kaleminden damlarsın,
Kafesinde simetrik, estetik yaralarla…
Ve varlığın göz göze gelir yokla her lahza,
Başın eşiğe değer, bağrında kış, anlarsın…

Kara delikler saysın destansı sislerini,
Deşerken bakışların fezanın yüreğini,
Bir ahu iner nehre, kanatlanır gözleri,
Nabzında binbir güneş, dizler çöker, ahlarsın.

Savaşların söndüğü barışın cennetinde,
Uyumamacasına; uyanmak istesen de,
Bir yanın hep dünyada kalan sevdiklerinle,
İçin; gök içinde gök, dalında dağ, ağlarsın…

YORGUN ÜRPERTİ

Sararmış duvarlarda kırgın yüzlerdi mazi,
Bakışlarda tozlu hayaleti ilk aşkların…
Durur seslerin dansı, çarpmaz renklerin kalbi,
Susar hislerin çığı, ağarınca baharın…

Bir sırma hazandır ki, ruhun ankebut şimdi,
Nefes nefes örülen bu kor senin ağların…
Görünmez bir el olur, tutar da nefesini,
Başlar güneş ötesi içsel yolculukların…

AŞKIN BEYTİ

Gaza meydanlarıydı aşkın düğün evleri.
Değil miskin dervişler! En yakın Hakk dostları;

Cevheri, Allah deyu çarpan yüreklilerdi.
Bir düşün, fatihler fatihi, Habibullah’ı…

Amellerdi sevdanın en güzel mısraları,
Gayretlerdi dergahı, hakikat şeyhimizin…

Gerçek aşk kadehinin çalışmaktı şarabı,
Cemiyete yararın olmadan, eremezsin…

KALBİN KABESİNDE

Körfezlerde gittikçe uzaklaşan gemiler,
Bir başka seyredilir düşer gibi boşluğa,

Göçe susarcasına uçuşurdu yelkenler,
Dağılırdı saçların rüzgarın mezarında.

Semahın kıblegahı ruhunun fezasında;
Bir başkaydı her zaman, düşlerken bir başkaydın,

Çehrenin bahçesine gülüşler yayılır da,
Bağrının kabesinde, sayhanı sayıklardın.

SESSİZ SAYHA

Altın sonbahar, sokak fenerleri,
Duygun çardaklarda su perileri…
Ürkek parkelerde cesur kediler,
Kuşların sadrını deler de geçer.
Adın, hançeremde hüznün hançeri,
Gönlümün yaşına bakmadan deşer.

Gülüşün, ruhuma neden kasd eyler,
Niçindir ciğeri söndüren düğüm?
Nazarında yeşeren sır serçeler,
Toprağım, denizim, yelim, göğümdün.
Saflığın, cürmümü ezer de geçer,
Çakılarla çözülmez bu kordüğüm…

Nefesin; ateşten sıcak, yumuşak,
Kuş tüyünden hafif, alımlı sesin.
Ruha körpe sevişmekler katarak,
Sabahlara yüklü bir ceylan leylin.
Nezaketin göğsünden çağlayarak,
Taşıp kavururdu, zarif gözlerin…

Sendin adı şehla, şanı züleyha,
Kanı leyla, gülü leyla, rüveyda…
Bakmaklara hep görmekler ekerdin,
Ansızın çakışırdı şimşek yüreğin.
Can sayha, ten vaha, umular sahra…
Yüreğin, içimde soluk soluğa.

Resimlerin bile ahrazdı şimdi,
Hatırlamaz oldum nazlı sedanı…
Unutmak lime lime ah cemreni,
Ne bitmez kahırdı, ne kadim acı…
Bilmem üşür müsün orda sevgili,
Bekle bizi, çoğu gitti azı kaldı…

KARANLIĞIN MEZARLIĞI

Put denizi şehirlerde,
Lanetli sularıyla arzu,
Şehvet serper siperlere,
Ter içinde ve kuğumsu.

Kıvrımların isyanından,
Baygın düşmüş kıvılcımlar,
Sürtünüşten nasır tutan,
Tenler sarhoş, ölü ruhlar…

Sedirlerde huysuz gözler,
Zihinlerde loş kabuslar,
Dizilmiş arsız imgeler,
Derilmiş kör metaforlar.

Yaymış yine o koyuluk,
Zulmü örten dalgaları.
O renk ki dipsiz korkuluk,
Sarar şemsin her yanını…

Görünmez boğuşmalarla,
Çullanır huzur burcuna,
Pençeler umut dağını,
Uzar her yerden kolları.

Bir ejderha ki karanlık,
Yakar çocuk renklerini.
Kaçar tonlar, solar ışık,
Mahvettiği bahçelerden…

ÇERAĞIN KUNDAĞINDA

Döşlerdeki kandillerin,
Uhrevi balkırıydı aşk…
Bir semavi veçhe mızrak,
Anahtarı merhametin…

Serpilirdin cevherinden,
Metanetler yeşertirken…
Dehşetli geceler dahi,
Bastıramaz cevherini…

Işıkların somyasında,
Karanlıklardı suların,
Hışırtılar yaprakların,
Suskun bakır ufuklarda…

FLAMİNGO SAATİ

Hücrelerde zemheri, kutuplarda yangınlar,
Bakışlar, aynalarda ağlayan bir sonbahar.
Çağlayan deryalarda; sahraların vahası,
Serabın, semalardan haykırır meramını.

Altın bülbüllerdi o şakıyan yalnızlıklar,
Issızlıklar köşkünün çilekeş divanında.
Divanlar ki nümayan, sonsuz okyanuslarda,
Testin kadar ihata, tasın kadar ırmaklar.

İnce sütun bacaklar şimdi ateş dansında,
Şimdi baygın gözlerde çarpar arzunun kalbi.
Nabızlarda cezbeler; nazik haz vakitleri,
Zarifçe okşanışlar sırların surlarında…

İKTİHAM

Sevişmek isterdik hep göklerde uçuşarak,
Manevi fezamızın mefhumdan sularında.

Metaforlar dokuyup nakşederek semaya,
Taze ruhlar düşlerdik, aşka kanatlanarak…

Bakırlar balkırlara karşırdı buğunda,
Efsununda tütsüler, ferdaların fersude.

Sinelerin; dinmeyen şelalesi zamanın,
Pürüzsüz tutuşmaklar bahşeder bahçemize.

Gözlerin gökyüzüydü yaralı kuşlar için;
Masum falyanoslara şefkatli okyanuslar…

Anne gülüşlerinden içli bir sesin vardı,
Sesin, her yüzde sesin, her solukta nefesin.

Sen eskimolara yaz, kutuplara bahardın,
Etrafına yıpranmayan şarkılar saçardın…

VESSELAM

Aydınlık gözlerinde; ışıltılar çarpışır,
Renkler, tonlar, ahenkler, mihenklerle katışır.
Vurulur yüreğinden suya inen bir ceylan,
Tutar yasını kuşlar, kurulur tahtırevan.

Biz, toplu yalnızlığın müritsiz mürşitleri,
Aç ruhlarımız ancak o Sonsuz Sevgili’nin…
Rızası, cemaliyle, muhhabbetiyle doyar,
Yalnız hissedeceğiz; o mümtaz güne kadar.

MUŞTU

Gün gelir, vurduğun kadar vurulursun
Eteklerinde başlar bir dağdağa mevsimi
Güneş saçlar ağarır, çehrene aklar düşer
Kimsesiz aynaların işte tam karşısında
Derin yanlızlıkların türküsünü çağrırsın
Gün gelir, yaşanamayanlar göçer ömründen
Söylenemeyenlerin yasını tutar hazan
İşte o gün, deştiği kadar deşilir Leyla
Çölün ne önemi var Mecnun söndükten sonra
Bağırıyor kandiller, nehrimizde ay hüznü
Kuytulara kuyu olmuş mecruh gecelerimiz
Gün gelir bir vahada sen de tenha, kalırsın
İşte o gün, soğuk sessizlik neymiş, anlarsın
Üşüyüşlerle yanan cehennem cevherlerin
Yalazına bir nefes de belki sen bağlarsın
Sen şimdi hep gül, hep mutlu ol, hep çağla
Kahkahayla hıçkırmak neymiş bir gün ağlarsın
O gün sarmaz olur kat kat ağır yorganlar
Üryan kalır anılar, eyvahlara büşra var

KALBİNİ DİNLE

Esmer tonlarında güneşler saklanır
İnci dişlerinde coşkun aynalar uzar
Serçe kirpiklerinde alımlı nazar kuşları
Kül perçemlerin bahar bucuları kokar
Yürek ormanlarında bir masum ceylan
Katmış birbirine o bütün ortalığı
Şimdi her yer kıyam her yön kıyım her an dram
Her nefes kan oğlu kan oğlu kan oğlu kan
En derin bahçemde koşturur çocuksuluğun
Ve dilsiz cellatlar gibi dikilir aramıza
Acımasız zamanın köhne uçurumları
Sen şimdi seke seke terk ederken sesimizi
Renklerimiz solar, cansız karanlığa boyanır
Soluklar daralır, daralır, daralır, daralır
Saçlarında görünmez çiçeklerimden bir taç
Saklar nazenin sırtın körpe kanatlarını
Hep gülerken gördüler seni hep neşeyle
Bakışında bağıran ağır yaralarını
Kimseler göremedi, kimseler göremezdi
İncecik ellerinde devasa düşler yatar
Kısacık yaşamında upuzun olgunluklar
Gel de otur yanıma, yaşlanınca kalkardık
Gemiler alırdı sonsuzdaki sahilimize
Bülbülün duası kalkan gülün ömrüne
Ötüşür sessizlikler; gitme, gitme, gitme

MEDED

Ne yaslı bir dünya bu
Herkes herkese ölüm
Herkes herkese hüzün
Herkes herkese kahır
Herkes herkese dram
Kimse kimseye ışık değil
Herkes herkese yalnızlık

Meded ey Mahbub meded
Meded sevgin aşkına
Masuma susuz kaldık
Her yer her yüz karanlık
Kalbimizi boğar sadrımız
Zulmün depremlerinde
Darmadağın ervahımız

Ahir zaman baltaları
Parçalar vicdanımızı
Daralır nefeslerimiz
Soludukça solmaktayız
Merde hasret namerd bile
Meded ey Mahbub meded
Meded Ahmed aşkına

OYUN

Dürüstlük varken hile niye, fenalık niye
Neden düşürür insan kendini böylesine
Ona en masum en içten kıymet verenlere
Geçirdikçe geçirir yaban pençelerini
Burası dünyadır, burası bu kadar işte
Kaybetmek ne kolaydır, yakıp yıkmak ne konfor
Canları acıtmaktan zevk alır zalim kalpler
Mutlak adaletine inancımız tam ey Rab
Er ya da geç pek pişman hep üzmek isteyenler
Kötülere harcanan zamanlarımız için
Bizi de affet, bizi de affet, bizi de af
Yazık ki aldanırız, saf sanarız biz gibi
Çehremize gülüşen her gaddar kelebeği
Kederler bahşedersin keskinleşelim diye
Kavileşelim diye aciz düzmecelere
Elbet bu da geçecek, yaraları açansa
Hançerindeki kanı asla unutmayacak
Hafıza cehennemdir ah alan serçelere
Saplanmak bumerangtır bek döner sahibine
İyilik varken pusu niye, hainlik niye
Doğruluk varken kendini kandırmak ne diye
Vefasız bir kürede nankörler defilesi
Yiğitçe diyenleri hançerleyen desise

ASUMAN

Bu kümeler bu yığınlar bu sürülere,
Bu gösterilen yöne koşturan aynılara,

Sığamıyorum çünkü kuğu gözlerin…
Çünkü sensizlik çakılarla kazınmıştır,
Uzadıkça sarılan yürek ağaçlarına…

Sessizler ıssızlara yeniden yazılmıştır,
Yaklaştıkça uzaklaşan yıldızlardık…

EVÇ

Çölde bir kum tanesi tutmuş da,
Bakılmaya kıyılmayan nazlı süreyyanıza,
Cehennemler doğurma cüreti göstermiş…

Gibi bir mevsim şimdi ağlayan aynalarda.
Gelseydin; o elvan etekleri sürüyüp ırmaklara,
Varsın ezilseydi hücremizde cümle yapraklar.

Makberimiz, yangın mı yangın gökküreniz…

YAĞIZ

Ağıyor suların
Hançerde, kuşakta ve pusatta
Ağıyor nazenin
İncecik dallarında
Körpecik, camgöbeği
Kanıyor sessizliğin
Kanıyor mavi
Bağrında kızgın örgüler
Esmer ruhunda akkor

Azığımız tarumar
Yüküm tonlarca sevdan
İçim ağır mı ağır
Size hep mutluluklar
Bize kahır kalmıştır
Aşım özüm üstüne
Şimdi mevsim sahradır
Şehla endamında can
Çarpar durur divane
Kalbin feza denizi
Ve kükrer perçemlerin

Gel arıt ömrümü ey
Yıkılmaya alışmış
Yerlerimden tut kaldır
Yeşersin yangın
Tutuşsun yara
Yaşarsın filiz
Karışsın köklerimiz

TUTUŞAN

Birbirine sarılmış
Yapraklar gül dediğin
Nereye baksan rahmet
Nereyi görsen hikmet

Sır içinde sırrı çöz
Yok içinde yoka var
Herkeslerin kaçtığı
O yangın düğünündür

O ateş, kabuğuyla
Girene cehennemdir
Aşktan üst baş yırtana
Zakkum içre kevserdir

Ey can yüzlü nedime
Şelale canlı yaren
Aşk; binbir düğümünde
Binbir hasat derendir

İKRAR

Milyarlarca renk
Milyarlarca ahenk
Milyarlarca ses
Milyarlarca nefes

Milyarlarca his
Milyarlarca şifa
Milyarlarca çehre
Milyarlarca fikir

Milyarlarca sevda
Milyarlarca varlık
Milyarlarca yokluk
Ve tek bir Sahip

Rızası hep rızası
Cennetlerin cenneti
Dolduracak, dindirecek
Derin yalnızlığını

CANLAR CANI

Dilsiz, sağır senfoni
Renksiz, nursuz gösteri
Tatsız, tutsuz ziyafet
Hissiz, duyarsız ilgi

Sır içre sır içre sır
Kır artık testini kır
Ne dış kalsın ne iç ey
Özü közünden sıyır

Sularında ötenin
Zirvesinde derinin
Kavuş kavuşulmaza
Dinsin dinginliklerin

Sırların sırrına er
Gizlerin gizine pus
Ne dam kalsın ne duvar
Canların canına var

HAZİRAN

Narin ellerinde serin sular çağıldar
Cevherinde varaklar, nadide, çocuksu
Çokça gökyüzleri, çokça soluyuş
Dallarında kırgın ıssızlıklar mevsimi
Şimdi yürek bir saatli bombadır
Pençleriyle sadrımı boğazlayan
Dağ gibi kurulmuştur zamanlar aramıza
Ürkekliğinde aşkın gözyaşları parıldar
Şimdi ne derse desinler, mecalsiz
Cürmüne vurgun bir mücrim karşında
Yargılayan gözlerin zindanında mahkum
Ama asla pişman olmayacak olan
Ruhum ruhunu nasıl da görüyor
Bakışlar kaçıran masum maralın
İnanmazdım, inanmazdım yaşamasam
Gözleri yananları gözleri yananlar anlar
Gözlerin yangın, gözlerin dargın umutlar
İçim ki urganını bekleyen argın şehzade
Alımlı, nazenin, ölümcül otağında
Şimdi ahdim ömürlük bir duadır bahtına
Söylenemeyenlerin altında kalan
Bir makberdir ağarmış hayaller
Günler asır, güzler ayaz, güller veda
Yeter ki mutlu ol diyeceğim o gün
Biz ki alışığız düşte hüzne, yazda hazana
Öleceğini bile bile yaşamak gibi
İnanmazdım, inanmazdım yaşamasam
İnandım, yaşadım, gerçeğimdin

EHVEN

Daha iyi bir hayat mümkündür
Daha mutlu bir cevher harabende
Güzel düşün, güzel dile, güzel sev
Önce içinde başlar, içinde biter
Umutsuzluğun gazabından kurtuluş
Baharın fırtınasında savruluş
Aşkın cennetinde azab mümkündür
Güzel yaşa, güzel hisset, güzel göç

DÖNÜŞ

Kendine kıymet verdiğin kadardır
Değerin bu gönüller mahşerinde
İnanmayı bil, inancı say, inanca güven
İnanç yalnız bırakmaz yoldaşlarını
Güzel zanlar ırmağında yıka kalbini
Her zaman bir ışık vardır karanlık için
Müspetliğin kadar huzurlusundur
Mutluluk, özüne dönebildiğincedir

SONSUZ NEZAKET

Rahman’ın süt nehirleri
Çağıldar her gün her saniye
Görkemli anne dağlarından
Masum evlat vadilerine

Alemleri havada tutan
Cansızdan canlılar çıkaran
Varlığı yoklukla yeşerten
Hepsi nihayetsiz sergin

Sevgin nasıl da haşmetli
Aydınlatır kusursuz cemresi
Karanlıkta dönen dünyaları
Nereye dönsek zarafetin

ZİLAN

Bakışlarında masum günbatımı,
Teninde alımlı yıldızlar parıldar.

Bağrın, yaralı kumrular mevsimi;
Gülüşünde yarım kalmış şarkılar.
Büyür, büyür, büyür göz bebeklerin…

Cennetime dönüşür içli cehennemin!
Çığlığın bahçemdir, yeniden doğuş.

KEMENT

Yaşadın asırlarca
Ama
Alışamadın hayata
Yüreğin hala
İlk günkü hayret

Baktığın her yüzde
Her ton her yön
Her renkte
Her ahenkte
Her his her seste
Soru işaretlerin

Bir yanın çılgıncası
Ölüm merakında
Bir yanın delicesi
Yaşamak coşkusunda

İnsan nasıl çelişki
İnsan zarif komedi
İnsan hazin estetik
Acı bilmece

AV MEVSİMİ

gözlerin gece gözlerin karadelik
güneş saçlarında derin sessizlik
boynunda kuğular, gülüşün gazal
birazdan bastırır tuzdan fırtına

yaprakların kuşlar misali dallarında
dökülemez uçar, körpe nazenin
keşke yalnız bunun için sussaydım bizi
herşey bambaşka olabilirdi oysa

hangi yerden kapanır bu kesik şimdi
kırılır içten içe geçirdiğin aynalar
uzar, uzar, uzar nurdan narin dişlerin
bulanır yetim, yüreğimin kanına

HURUÇ

Göz göze gelemeyen mahcupları,
Köz köze yanamayan sessizler anlar.

Gidersin, göçer ne kadar kuş varsa…
Nefessiz yaşamaklar öğrenir yürek…

Gidersin, gelememişken bile daha,
Şimdi bir merhume yerine kalan…

MENFEZ

Karanlığa gece; bir tutam ışık…
Anlam sofranı ser ruhumuza ey.

Ki ısınsın iliklere kadar her yanımız.
Ki rahmetin kadim tığlarıyla,
Dokunsun beraberlik kumaşımız…

Geçir içimizi o dar menfezden ey.

Bilal Yavuz
Hira Yayınları